Tağuta belli şartlarda muhakeme olunur.

Tağuta belli şartlarda muhakeme olunur.



Tâğut kelimesi luğatta/sözlükte, azgınlaşan, haddi aşan manasındadır. Istilahtaki/şeriattaki anlamına gelince; İslam alimleri tâğutun tanımında farklı tarifler ileri sürmüşlerdir.


a) Şeytan veya Allah'ın dışında ibadet edilen her şeydir. Kâhin, Sihirbaz.


b) Tâğut, Allah'a karşı haddin aşılıp, Allah'ın dışında ister kendi zor- lamasıyla ister insanların kendi isteğiyle ibadet edilen her şeydir.


c) Allah'ın indirdiğinin dışındakiyle hükmedip insanları Allah'a karşı isyana teşvik edip azdıran azgın insandır ve bu tip insanların kurduğu düzen, kurum, vs.dir.


Tağuta muhakeme olma konusunda tağuta muhakeme olmayı kabul etmeyen cemaat hocalarının görüşlerinden alıntılar yapacağım. Bizim alimlerimizin görüşlerini ve kendi araştırmalarımı ekleyerek bu konuda Müslümanları bilgilendirmeye çalışacağım.


Tağuta muhakeme olma konusunda değişik görüşler vardır.


Müslümanların ortak görüşü: Allah'ın hükümlerinin uygulandığı İslami bir devlet ortamında, Allah'ın hükümlerine İslami mahkemelere başvura- bileceği halde tağutun hükümlerine/mahkemelerine başvurmak küfüre götürür.


İhtilaf konusu Allah'ın hükümlerinin uygulanmadığı ve müracaat edi- lecek İslami bir devlet mahkemesinin olmadığı bir yerde tağutun mahkeme- lerinde muhakeme olma meselesidir.


Birinci Görüş: Tâğutların uyguladıkları kanunlar idârî veya şerî me- selelere taalluk eder. İdârî meselelere taalluk eden kanunlara tâbi olmak küfür değildir. İkinci kısım olan şer‘î meselelere taalluk eden kanunlara tâbi olmak ise küfürdür. Bu görüş sahipleri Nisa Sûresi 60. Ayeti delil getirirler.


"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağuta iman etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büs- bütün saptırmak istiyor. Onlara, 'Allah'ın (Celle Celâluhů) indirdiğine ve Rasûl'e gelin' denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştık- larını görürsün" (Nisa/60-61)


"Bu ayetteki "sana indirilene" kavlinde kast edilen Ensar'dan bir münafıktır. "Senden önce indirilenlere" kavlinden kasıt ise Yahudi'dir. Genel olarak bu ayet tüm Müslümanlar için de geçerlidir" derler.


İkinci Görüş: Tâğutların uyguladıkları kanunları idârî ve şerî olmak üzere iki kısma ayırmayıp "ne pahasına olursa olsun her şeyini de kaybetsen yine de tağutun mahkemelerine başvurmayacaksın, hakkını aramayacaksın, müracaat edersen kafir olursun" diyenler.


Birinci ve ikinci görüş sahipleri Nisa Sûresi 60. Ayetini kendi kafalarına göre yorumladıkları için alt yapısı çürük olduğundan böyle çıkmazlara girerler. Bunun sonucunda kendi aralarında beş altı fırkaya bölünüp birbirlerini ve diğer Müslümanları tekfir ederler.


Üçüncü Görüş: “Allah'ın hükümlerinin uygulanmadığı ve müracaat edilecek İslami bir devlet mahkemesinin olmadığı bir yerde -tağutun mah- kemelerini reddettiği halde- ikrah, zaruret, ehveni şer gibi sebeplerden dolayı kanunlarda idârî ve şer‘î ayrımı yapmadan tağutun mahkemelerinde muhakeme olunur” diyenler. Bu görüşte olanlar iki Müslümanın kendi aralarında anlaşabileceği konularda tağutun mahkemelerine gitmeyip bir alime hocaya giderek sorunlarını çözmeleri gerektiğini de söylemektedirler. Bazı Müslümanlar da azimetle davranıp tağutun mahkemesine başvurma- yacaklarını fakat -şeriata aykırı bir dava açmak hariç- mecburiyetten/ zaruretten/ikrahdan dolayı tağutun mahkemesine muhakeme olanları da tekfir etmeyeceklerini söylerler.


İTİRAZ


Tağuta muhakeme olan, bunu istemeyerek/tercih etmeyerek te yapsa Nisa 60. Ayetin içine girmesi nedeniyle kafir olur. İsteyip istememeleri çok ta önemli değil, tağutun mahkemesine hangi itikatta veya hangi şartta giderse gitsin, kafir olur.


CEVAP


Darul küfürde bir Müslümanın maddi/manevi hakkının gasp edilmesi sonucu o Müslüman mahkemeye başvurursa, kesinlikle tekfir etmeye dair delili yoktur. 'Delil var' diyenin hem sübutu hem delaleti kati olan bir delil getirmesi lazım. Yani hiçbir ihtimal olmayacak, güneş kadar net olacak... Böyle olursa küfürle itham edilir. Nisa Sûresi 60. Ayeti, günümüz Türkiye'sinde mahkemelerini reddettiği halde mecburen zaruretten/ ikrahtan dolayı muhakeme olmak zorunda kalanlar hakkında kati delil olmaz. Ayetin nüzul sebebine baktığımızda -İbn Abbas'ın (Radiyallâhu Anh) açıkladığı üzere Rasûlullâh'ın verdiği hükme râzı gelmeyip kendi lehine başka çıkar yol arayan ve sonunda Hazreti Ömer el-Fâruk Hazretlerinin kılıcıyla kellesinden olan bir münafığın durumu var. Delil olur diyenler bu vakayı günümüz Türkiyesinde Müslümanları muhakeme olmasını Nisa Suresi 60. ayete uydurması lazım. Nisa Suresi 60. ayetin ayetini iniş sebebi o günün şartları ile günümüzde Türkiyede Muhakeme olma durumu aynı değildir. Ayetin indiği dönemdeki vaka ile günümüzdeki vaka bir birine uymuyor. Bu durumda Nisa Suresi 60. yanlış yere uygulama durumu var. Nassin ilmi ile vakanın ilmi mutabık olmazsa uyuşmazsa ortaya ciddi bir sorun çıkar. Her elinde delili olanın delil vakaya uyar diye bir şey olmaz. Delil çok güçlü fakat önümüzdekli vakayı yanlış anlıyorsak veya delille arasındaki bağı düzgün kuramıyorsak Allah muhafaza delili yanlış yere uygulamış oluruz. Davalarında haklı çıkmak uğruna -hevalarına uyarak- kişinin itikatine ve günümüz şartlarına bakmadan, ayetin zahirinden yola çıkıp milyonlarca Müslümanı münafıklığa uyarlayıp tekfir etmek hiç te hakkaniyyetli bir tutum değildir.


Nisa Sûresi 60. Ayetin indiği zamanda Müslümanların aralarında çıkan ihtilaflarda başvurulacak merci olarak Rasûlullâh'ın olduğu bir İslam devleti ve mahkemesi varken ve o bir hüküm vermişken buna rağmen Rasûlullâh'ın verdiği hükme râzı gelmeyerek yol arayıp kafir olan bir münafık var. Nitekim Hazreti Ömer Efendimiz de artık küfrü sabit olduğu için tereddüt etmeksizin kellesini almış ve bu vaka üzerine kendisine 'el-Fâruk' lakabı verilmiştir. Evet o günün vakasında Rasûlullâh'ın başında bulunduğu islami bir mahkemeyi tercih etmeyerek kahine gitmeyi daha doğru görüp tercih eden bir münafık ve Yahudi var.


Günümüzdeki vakada ise: Devletin başında Tağutun olduğu ve onun kanunları ile hükmedilen tağutun mahkemesi var. Müracaat edilecek bir şer'i mahkeme yok. Verdiği kararlara herkesin uyduğu ve vereceği kararların yaptırım gücü olan seçilmiş bir din alimi de yok. Şeriatı kabul etmeyen, davalarında din adamlarına gitmeyenlerin % 80 olduğu bir ülkede malını, canını, namusunu koruma adına davalısına "gel din adamına müracaat edelim" dediğinde gitmeyen zalimlerin olduğu bir ülke var günümüzde. Bu şartlarda malı, canı, namusu telef olan Müslümanın, malın telefini ikrah sebebi sayan Rasûlullâh ve mezhep imamlarının ikrah/ zaruret/icbâr şartlarına dayanarak muracat edeceği islami mahkeme olmadığı için ikrah ve zaruret den dolayı tağutu reddettiği halde tağutun mahkemesine başvurmak zorunda kalan bir Müslüman var.


Bir yanda günümüzde polis teşkilatı askeri gücü anayasa mahkemesi Yargıtay'ı Danıştay'ı hakimi savcısı olan mahkemelerine müracaat var. Diğer yanda bir Yahudi ve münafığın askeri polisi ve saydığımız diğer kurumları olmayan hapse atma gibi bir yaptırım gücü olmayan kahine müracat etme durumu var. Evet Nassın ilmi ile vakanın ilmi mutabık olmazsı uyuşması lazım. Ama gördüğünüz gibi Nisa Suresi 60. ayetin kast ettiği durum ile günümüz Türkiye sindeki Müslümanın durumu farklıdır.


Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Kim Kur'ân hakkında kendi re'yine göre konuşursa Cehennem'deki yerine hazırlansın. "1563


Eğer Türkiye'de İslami kanunlarla hükmedilen mahkemeler olsaydı ve buna rağmen iki Müslüman tağutun mahkemelerinin vereceği hükmün daha doğru olduğuna inanarak onlara müracaat etseydi, o zaman Nisa Sûresi 60. Ayetin gereği bu kişiler tekfir edilebilinirdi.


Nisa: 60. Ayette 'yuridûne' (istiyorlar) kaydı ile bir tercihin varlığı belirtilmiştir. Tağut mahkemesine başvuran Müslüman elinde imkân olsaydı tabii ki İslâm mahkemesine gidecekti.


Hevasına uyarak Allah'ın koyduğu bir kaydı yok sayıp Müslümanları tekfir etmek doğru değildir. “Onlar tağuta muhakeme olmak istiyorlar" ayetinde 'istek ne demektir, isteğin sınırı nedir?' meselesini bilip ona göre konuşmak lazım. Burada ayetin nüzul sebebi, siyak-sibak ve Tefsir usulüne baktığımızda bir ayeti tefsir etmenin birinci yolu ayeti kendiyle tefsir etmektir. Ayeti kendi içindeki delalet lafızları ile tefsir etmektir. Sonra olmazsa başka ayetlere bakmaktır. Sonra yoksa Sünnet'e bakmaktr. Ayetin de

siyak-sibakına baktığımızda iniş sebebinde Rasûlullah'a muhakeme olma durumu varken birilerinin Ka'b b. Eşref'e muhakeme olmak yönünde tercihte bulunmalarıdır. Allah (Celle Celâluhů) bunu "yuridûne" olarak buyurumuştur. Sonraki ayette, "onlara 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûlullah'a gelin' denildiğinde sen onların (münafıkların) gelmediğini görürsün" buyuruluyor. Günümüzde, bir Müslüman malını canını namusunu telef eden müşriğe ‘İslami mahkeme var ama biz tağutun mahkemesine gidelim, onlar daha doğru karar verir' diye bir tercihte bulunan veya 'Allah'ın indirdiğine uyup seçilmiş din adamı olan falancaya gel' dendiğinde bunu kabul etmeyecek Müslüman yok. Eğer var ise o zaman bu ayetin kapsamına girer. Kısacası sap ile samanı karıştırmayalım, uyanık olalım. Analiz yaparak düşünelim, beynimizi harici- tekfirci zihniyete ipotek etmeyelim. Ayeti Celile'nin hükmü hiçbir şekilde günümüzdeki ikrah/icbâr durumundaki Müslümanları kapsamaz.


Tekfircilerden bazıları da bu anlattıklarımızı söyleyip “biz malin telefini ikrah olarak sayan Rasûlullâh'a uyarak tağutun mahkemesine müracaat edenleri tekfir etmiyoruz ama malımızı ve her şeyimizi kaybetsek te tağutun mahkemesine müracaat etmeyiz" diyorlar. Bu bir fitneyi ortadan kaldırıp birlik olma adına atılmış iyi bir adım. Dileyen tüm malları işyeri fabrikası gasp edilse de; ailesinden birilerine tecavüz edilse de çocukları öldürülsede, kendisine küçük bir kıza tacizde bulunulması gibi bir iftira atıldığında susup bunu kabullenmesi gibi bir çook durumlarda mahkemeye gitmeyebilir. Bu kişinin kendi tercihidir, buna kimse bir şey diyemez. Ama Dâru'l-Harp'te münafıklar/müşrikler/kafirler tarafından Müslümanların bu gibi durumlarda mahkemeye gitmedikleri bilinirse, diğer Müslümanlara saldırılar serbestçe yapılır hale gelir. Böyle olunca da Müslümanların dünyada çektikleri zülüm kat kat artmış olur.

1563 Tirmizî, Tefsir: 1 no: 2951'


İTİRAZ


Allah (Celle Celâluhû) yalnızca tek bir durumda küfür işlemeye ruhsat vermiştir. O ise; ikrah-ı mülci'dir. Ammar b. Yasir'in başına gelenlerin herhangi birisi senin başına geldi mi? Yoksa gözlerinin önünde ailen mi öldürüldü? İkrah olduğunda ve kalbi imanla dolu olmak şartıyla küfür işlenebileceğine cevaz vermiştir. Bunun da tağuta muhakeme olma konu- sunda bir pratiği yoktur. Milyarlarca malını hatta her şeyini kaybetse de Tehdit olmadan mahkemeye giden kafir olur. Bunlar ikrah sebebi değildir.



CEVAP:


Allah'ın hükümlerini kabul edip tağutun hükümlerini reddetmek imanın bir gereğidir. Buna itiraz eden olmaz. Evet zaruret, ikrah durumları olmadığı şartlarda, kalben inanarak, Allah'ın hükümleri dışında hüküm veren kişi -kim olursa olsun- kafir olur. Fakat kalbinde iman olduğu halde zaruri bir hadise gerçekleşirse kişi için durumun değişmesiyle kafir olmaz. Mesela sarhoş edici içki içen kişi, hükmünü inkâr etmiyorsa kâfir değil, günahkârdır. Halbuki bu günahı işleyen kişi, ya nefsine uyup ona itaât ediyor ya da şeytana itaât ediyor veya her ikisine de itaât ediyor. Eğer ki "itaât ibadettir; İslâmi olmayan mahkemeye giden kişi Tağut'a itaat etmiştir ve bunu yapan da itaât ettiğini ilâh edinen bir kâfirdir" diyenlerin iddiaları doğru olsaydı, her günah işleyenin kâfir olması gerekirdi. Çünkü günah işleyenler ya nefsine ya da şeytana itaât etmiştir. Buna zina, adam öldürme gibi günah işleyenleri misal verebiliriz. Bunların hiçbiri -Ehl-i Sünnet'e göre- kâfir olmaz, eğer ki hükmünü inkâr etmiyorsa. Yok, eğer siz ille de 'kafir olur' diyorsanız, Ehl-i Sünnet'in hammaddesi olan Selef'e tabi olduğunuz iddiasından vazgeçin!


Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) başta olmak üzere Selef uleması, İmam Şafi, İmam Ahmed; Hanifilerden İmam Serahsi, İbn Hazm, İmam Suyuti... Hacccâc (Radıyallâhu Anh) hadisine bakarak malın telef olmasından dolayı zarar görülmesini ikrah sebebi saymışlardır. Milyarlaca malını namusunu her şeyini kaybetse de islami bir mahkeme olmaması nedeniyle red ettiği halde mecburen tağutun mahkemelerini mahkemeye başvuranın kafir olduğunu iddia edenler, bunu söylemekle hem Allah Teâlâ'ya ve hem de Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) karşı bir hüküm vemiş oluyorlar. Çünkü geride geçen Enes b. Malik (Radiyallâhu Anh) rivayetinde Ra- sûlullâh'ın (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) Haccac b. Alat'a (Radıyallâhu Anh) malını kurtarmak için istediğini söylemesi konusunda izin vererek malın telefini ikrah saymıştır.


Bir müslüman Haccac b. Alat olayında olduğu gibi Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) malın telefini ikrah sayması ve Selef ule- masınından mezhep imamlarından malın canın namusun ikrah sebebi sayanların görüşüne uyarak mahkemeye müracaat etmiştir. Buna rağmen bu itikade ve şartlara göre muhakeme olan müslümanları tekfir eden bilsin ki muhatabı mahkemeye müracaat eden Müslüman değil; Rasûlullâh (Sallallahu Aleyhi ve sellem), Selef uleması, mezhep imamları ve Halef ulemasıdır.


Sonuç: Darul harp'te bir insanın canına ya da namusuna bir zarar gelmesi veya malının telef olması; kendisine atılan iftira karşısında hakkını arayacak İslami mahkeme olmaması ya da zarar verenin Müslüman alimin vereceği kararı kabul etmemesi durumunda zarara uğrayan kişi tağutun mahkemesine müracaat edebilir. Mahkeme veya karakolda duruşmaya katıl- mak, tağutun hükmüne başvurmak değil, sadece haksız iftirayı ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır. Kaynağı, naslardaki uygulama örnekleriyle alim- lerimizin konu hakkında verdikleri hükümler/cevazlardır.


Kafire ücretle hizmet etmek mekruhtur. Fakat Dar'ül- Harb'te caiz- dir. Kafir ülkesinde, onların kanunlarına karşı gelmemek zarureti vardır. Hükümet mubahida yasak etse, buna uymak vaciptir. Kendini tehlikeye atmak caiz olmaz. (Redd-ül Muhtar, hadika, berika )


İmam Muhammed Daru'ul-Harb'te Tağuta Muhakeme Olunur.


فقال : هو عبدي وأعتقه ، ثم أسلموا فأقام الذي أحرزه البينة على حقه ، ومن حكم ملكهم رده عليه فإن عتق الذي أعتقه باطل ، فإن جاء الآخر بالبينة بعد ذلك ، فقضى به ملكهم له ودفعه إليه ، ثم أسلموا أو صاروا ذمة ، فهو حر بالبينة ، ولو كان الغاصب إنما أعتق المأسور قبل أن يقره ملكهم في يده والمسألة بحالها ، ثم أسلموا فالمأسور عبد ، قال : ولو دخل مسلم دار الحرب ، بأمان فغصبه حربي مالاً ثم أسلموا أو صاروا ذمة ، فإن كان من حكم ملكهم أن الغصب سبب التملك سواء كان المغصوب منه مستأمنا أو مسلمًا أو حربيا فلا سبيل للمسلم على متاعه ، وإن كان من حكم ملكهم رد ذلك المال على صاحبه فلم يختصما حتى أسلم أهل الدار رد ذلك على المستأمن ، وإن لم يعلم كيف كان حكمهم في ذلك ، فالمال مردود على المسلم المستأمن ، فإن اختصما إلى ملكهم فجحد الغاصب وقال : هذا ملكي، ما أخذته منه فأقره ملكهم في يده ، حتى يأتي المسلم بحجة ثم أسلموا فذلك سالم للغاصب ، وإن أقام المسلم البينة ، فأخذه حاكمهم من الغاصب ودفعه إليه ، كان له ولا خمس فيه ، وكذلك لو ادعى المسلم المستأمن عبدا في يد بعضهم باطلاً ، وأقام بينة فأخذه ملكهم من الحربي ودقعه إليه ، ثم أسلم ، فهو له لتمام إحرازه بحكم ملكهم، ولكن ينبغي له أن يرده على صاحبه ، قال : وإن كان أهل تلك الدار موادعين للمسلمين أخذ حاكم المسلمين ذلك المال ورده على صاحبه ، وعلى هذا لو غصب متاعًا من بعضهم فخاصمه إلى الحاكم فجحده ، وقال : هو ملكي فأقره حاكمهم في يده حتى يأتي الحربي بالبينة ، ثم أسلموا فهو للمسلم ويفتى برده من غير أن يجبر عليه إذا لم يكونوا موادعين ، وإن كانوا موادعين للمسلمين أخذوه منه


İmam Muhammed (Rahimehullâh) harbi'nin Dâru'l Harp'te bir Müslümanın malını gasp etmesi halinde, Müslümanın tağuta muhakeme olabileceğini söylüyor. İmam Muhammed bu ifadelerde tağutun mahke- mesine muracaat edenin şirk işlediğine dair bir ifade kullanmamıştır.


İmam Muhammed: Eğer bir Müslüman eman (vize vb.) alarak Daru'l- Harb'e girse ve Daru'l-Harb'te bulunan bir harbi (kâfir) malını gasp etse, daha sonrasında ise Daru'l-Harp ehli (kâfirler) Müslüman olsalar veya ehl-i zimmet (zimmi) olsalar (bu durumda bakılır)


Eğer bu Daru'l-Harp kralının hükmü (kanunu) "Gasp malın maliki/ sahibi olmak için yeterli sebeptir, malı gasp edilen emanlı (vizeli vb.), Müslüman veya harbi olsun fark etmez" şeklinde ise bu durumda (o belde feth edildikten sonra) Müslüman (gasp edilen) malını geri almaz. Eğer kralın hükmü (kanunu) malın (sahibine) geri verilmesi şeklinde ise ve (malı gasp edilen) Müslüman ile (gasp eden) harbi husumetleşmeden (davalaş- madan) belde ehli Müslüman olmuş ise bu durumda mal emanla (vize vb. ile) girene (Müslümana) geri verilir. Eğer belde ehlinin (kralının) hükmü (kanunu) tespit edilemez ise bu durumda da mal emanlı (vizeli) olan Müslümana geri verilir.


Eğer (mali gasp edilen) Müslüman ile (gasp eden) harbi o beldenin krallarına husumetleşmiş (davalaşmış/davayı intikal ettirmiş) ve gasp eden (kâfir) (mali gasp ettiğini inkâr edip "Bu zaten bana ait maldır, bunu bu kimseden gasp etmedim" der ise ve kralları da Müslüman (malın kendisine ait olduğuna dair) delil getirinceye kadar o malı (gasp eden) kâfirin elinde bırakırsa (ona ait olduğuna hükmeder ise) daha sonra da ise belde ehli Müslüman olsa bu durumda o mal gasp edende kalır. ( Serahsi, Şerhu Siyeri'l-Kebir: 5. cild sayfa 38 - 39 )



İTİRAZ


Acaba her Melike/sultana müracaat, "sultana muhakeme olmak" anlamına mı gelir?


Sultan, güç ve kuvvet sahibi olan bir kişidir. Ülkesinde dilediği gibi hareket edebilir. Böyle bir konumda olan kişiye müracaat etmeyi sadece, "muhakeme olmak istedi" ya da "hüküm istedi" şeklinde anlamak ya da yorumlamak, cehalet veya dini saptırmaktan başka bir şey değildir. Kişi sultana, hüküm istemek için de güç ve kuvvetinden faydalanmak için de yardım istemek için de başvurabilir. Senin tağuta muhakeme olmak için delil aldığın kişi, sultandan yardım istemiştir. Yani bu, "talebi nusra" gibidir. İrtidat eden kişi, emanet mala el koymuş, diğeri de sultandan güç/kuvvet sahibi olduğu için yardım istemiştir. Bu meselenin aslı budur.


Buna şöyle bir örnek verilebilir: Türkiye'de veya başka bir yerde güçlü olan bir aşiret ya da kişi, zayıf olan bir kişinin malını gasp edip vermese, zayıf olan kişi de gasp edenden daha güçlü olan bir kişiye gidip: "Bu adam bana zulmetti. Sen ondan daha güçlüsün. Malımı ondan al" dese ya da o ülkenin başkanına gidip aynı talepte bulunsa, böyle birisi için "muhakeme oldu" denilebilir mi?


CEVAP


İlk olarak; Böyle bir itirazı yapan kimse, kendisinin Arapçadan uzaktan yakından bir alakası olmadığını ortaya koymuştur. Şöyle ki; Mesele Dâru'l-Harp'te meydana geliyor ve orada Müslümanın malı çalınıyor. Müslümanın başvurduğu kimsenin herhangi devlet otoritesi kullanmadan, tam bir icbar yetkisi olmadan Müslümana malını nasıl geri versin? Dâru'l- Harp'teki melikin/kralın kanunları deniliyor, bir şahsın şahsi görüşü denmiyor.


İkinci olarak: Dâru'l Harp'te Müslüman ile bir Harbi'nin ittifak edip kendi dinlerinden başka bir şahsı kendilerine hakem kabul ettiği nerede görülmüştür? Herhalde bunun tek istisnası Efendimiz'dir (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem).


Üçüncü olarak: Her fıkıh talebesinin anlayabileceği gibi burada geçen ifadeler dava bahislerinde kullanılan ifadelerle aynıdır (!) gibi (Fakat itirazı yapan kimse ise bunu bir dava bahsi değil bir sulh meselesi olarak görmüştür ki bu da açıkça fıkıh ilmini bir mübtedi talebe kadar anlayamadığını gösterir.


Dördüncü olarak: Dâru'l-Harp'teki sultan, Allah'ın kanunlarından başka kanunlar ortaya çıkaran ve insanları da bu kanunlara uymaya zorlayan bir tağuttur. Ona muracaat tağuta muracattır. Sultan istediğini cezalandırırır, istediğini affeder; istediğini sorgu-sual olmadan öldürme yetkisine sahiptir; mahkemelerindeki yetkilileri atayan ve istediği zaman da onları değiştirendir. Ona müracaat eden iki kişi dertlerini anlatırken bir taraf hakkının yendiğini iddia ederken diğer taraf buna itiraz ediyor. İki taraf ta haklarında sultanın kararını/hükmünü talep ediyor. Bunun adı sultana/tağuta muhakeme olmaktır.


Beşinci olarak: Müşriklerin ihtilaflarını çözen Ka'b b. Eşref'in, Cüheyneli kahinin vb. sultan gibi yetkileri; sultan gibi kanunlar koyma, o kanunlara uymayanları öldürme ya da bağışlama yetkileri yoktu. Buna rağmen onlara müracaat edenlerin tutumunu Allah (Celle Celâluhû) tağuta muhakeme olarak değerlendirmiştir. Hal böyleyken Dâru'l-Harp’teki sultana/melike/krala müracaatı ve yardım istemeyi tağuta muhakeme olmak olarak görmeyenlere ne denmeli?


Altıncı olarak: Tağut düzenin başı olan sultana adalet için müracaatı, Türkiye'de veya başka bir yerde kanun yapma gücü olmayan bir aşiret ya da kişiye müracaat ile kıyaslamak batıl bir kıyastır. Olayı yardım istemeye indirgerseniz tağutun mahkemesine müracaat eden: “Yetkili/Güçlü olandan yardım istemek maksadı ile müracaat ediyorum" dediğinde onu da tekfir etmeyip yardım isteme olarak kabul etmelisiniz.


Bir yanda Dâru'l-Harp'te malı çalınan Müslümanın tağutun mah- kemesine müracaat edebileceğini söyleyen İmam Muhammed, diğer tarafta günümüzdeki "tüm malını kaybetsen de tağutun mahkemesine müracaat edemezsin, edersen kafir olursun" diyen internet hocaları, devletlerin resmî ideolojik inanç felsefelerine göre fetva veren hocalar...


Evet kardeşlerim, hangisine uyacaksınız, hangisine uymalıyız?


Aynı şekilde mecbur kalındığında tağuta muhakemeyi zaruret olarak gören İbn Kayyım, diğer tarafta günümüzdeki tağuta muhakemeyi zaruret olarak görenlere kafir diyen tekfirci tayfa Tekfirciler, farkında olmadan kendi imamlarından olan İbn Kayyım'ı da tekfir etmiş oldular.

İbn Kayyım, Zaruret Halinde Taguta Muhakeme Olunur Diyor.


Tekfirci selefilerin çoğu ancak ikrah durumu olduğunda taguta muhakeme olunur. Kim zaruret halinde tağuta muhakeme olunur derse o kişi kafirdir müşriktir diyorlardı. İbn Kayyım eğer peygamberin hükmüne başvuramayacaksa şer'i mahkemelerin olmadığı durumlarda o zaman başkasının hükmüne başvurmasına mecbur kalırsa zarruret hali gibi baş- vurulabileceğini söylüyor. Bu durumda tekfirciler kendi imamlarından olan İbn Kayyımı'da tekfir etmiş oluyorlar.


وأما الرضا بنبيه رسولا : فيتضمن كمال الانقياد له والتسليم المطلق إليه


بحيث يكون أولى به من نفسه فلا يتلقى الهدى إلا من مواقع كلماته ، ولا يُحاكم إلا إليه ، ولا يحكم عليه غيره ، ولا يرضى بحكم غيره ألبتة ، لا في شيء من أسماء الرب وصفاته وأفعاله ، ولا في شيء من أذواق حقائق الإيمان ومقاماته ، ولا في شيء من أحكام ظاهره وباطنه، لا يرضى في ذلك بحكم غيره ، ولا يرضى إلا بحكمه فإن عجز عنه كان تحكيمه غيره من باب غِذاءِ المُضْطَرّ إذا لم يجد ما يُقيته إلا من الميتة والدم . وأحسنُ أحواله : أن يكون من باب التراب الذي إنما يتيمم به عند العجز عن استعمال الماء الطهور


O'nun nebisinden elçi olarak razı olmaya gelince bunun mahiyeti ona kamil bir şekilde boyun eğmek ve mutlak bir şekilde ona teslim olmaktır. Öyle ki Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) kendine nefsinden daha sevimli olsun, hidayeti ancak onun sözlerinde anlasın, ancak ona mahkeme olsun ve başkasını onun üzerine hakim etmesin.


Ne Allah'ın adları, sıfatları ve fiillerinden birşey hakkında; ne imanın hakikatinin tadı ve makamlarından birşey hakkında ne de zahiri ve batıni hükümlerinden herhangi birşey hakkında başkasının hükmüne hiçbir şekilde razı olmamalıdır. Bütün bunlarda ancak O'nun hükmüne razı olmalıdır. Eğer peygamberin hükmüne başvuramayacaksa o zaman onun başkasının hük- müne başvurmasına mecbur kalıp leş ve kandan başka bir erzak yapa- mayanın hali gibidir. En güzel durum ise temiz sudan istifade edemediği zaman teyyemüm edilen toprak babından olmasıdır. 1564


1564 ibn Kayyım el-Cevziyye: Medaricussalikin :2/171 Beyrut darul kitabil arabi: 1416:1996

 İnsanlığın olmazsa olmazı kabul edilen esaslar şunlardır:


1- Nefsin (canın) korunması


2- Aklın Korunması


3- Dinin korunması


4- Neslin korunması


5- Malın korunmasıdır.


İmâm Gazâlî (Rahimehullâh) şöyle diyor: "Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile şerîat'in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat'in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onların dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de mas- lahatdır."1565 İmâm Râzî de benzer ifâdeleri kullanıyor. 1566


Tekfirciler, kafalarına göre takılıp müşrikler hakkında inen ayetlere hevalarına göre yaptıkları yorumlardan yola çıkarak, Allah Teâlâ'nın insanlara verdiği bu ruhsatı/rahmeti daraltıyorlar. İslâm, Müslümanın ma- linin, canının ve namusunun korunmasına büyük önem vermiştir. Yüce dinimiz İslâm, fertlere ve toplumlara bir takım zaruri maslahatlar sağlar. İnsanın dünyada huzur ve güven içerisinde yaşayabilmesi için bu beş zaruri temel esasın korunmasını emretmiştir. Düşmanı tarafından sekiz yaşındaki kıza cinsel istimsar yapıldığı iftirasıyla tutuklanan Müslüman.., Komşunun karısı tarafından “bana tacizde bulundu” diye iftiraya maruz kalan Müslüman.. Kişi veya şirketler tarafından dolandırılmış Müslüman... Ticari ve meslekler arası anlaşmazlıkları aralarında çözemeyen gayri Müslim, münafık ve Müslüman... Yanlışlıkla kendisine yüksek miktarda trafik cezası, elektirik, su, vergi, vs. faturası gelen Müslüman... Kimliğini kaybedenin kimliğiyle milyarlarca lira dolandırıcılık yapılmasıyla alacaklıların mahke- meye verip paralarını istedikleri esas kimlik sahibi masum/mağdur... Sarhoş ve/veya ehliyetsiz biri tarafından kaldırımda giderken ezilerek öldürülenin yakını...


Trafikte kamyonla arkadan arabasına çarpılarak karısı, kızı, oğlu ölen ve buna mukabil kaçan kamyon şoförünü arayan Müslüman baba... Parasını verip aldığı arabanın ya da evin, birkaç kişiye birden satıldığını gören Müslüman... İsim benzerliğinden haksız yere cinayetle suçlanan ve yol kontrollerinde tutuklanıp hapse atılan Müslüman... Ev sahibi ve/veya akrabaları tarafından kışın, karın ortasında zorla eşyalarıyla evin önüne atılan savunmasız ve arkası olmayan Müslüman... Bir gece hırsızlar tarafın- dan deposundaki tüm malları çalınan kişi... Karısı-kızı tecavüze uğramış gariban Bu ve benzeri pek çok durumlarda, mağdur kişi seçilen din alimi imama gitse ne çıkar? İmam suçluları nasıl bulacak? Bulsa bile yaptırım gücü ne olacak? Diğer yanda da kameralarla çalan hırsızı tespit edip bulma imkanı olan karakola gitme durumu var. Rasûlullâh'ın (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Haccac b. Alat'a malını kurtarması için küfür sözü söyleme izni vererek malın telefini ikrah sebebi saydığını bilen bir Müslümanın, bu saydığımız sebeplerden dolayı malının telef olmaması için reddettiği halde tağutun mahkemesine müracaat etmesi küfür değildir. Müslüman bu mürcatı yaparken Taif'ten dönerken can tehlikesi nedeni ile tağutun kanunlarına göre müşriğin himayesine giren Rasûlullâh'ın (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) canın telefini ikrah saydığı gibi bir çok naslardan dolayı müra- caat eder.


Ayrıca kafirlerin veya zalimlerin saldırılarına karşı mazlumların haklarını korumak, gasbedilen hakları geri almak, haksızlığı gidermek ve can, mal veya namusa yönelik yapılan tecavüzün önüne geçmek için kurulan Hilfu'l-Fudul'e Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) de katılmış ve peygamberliğinden sonra da ‘bu kurulun üyesi olarak' iki defa Ebû Cehil'in karşısına dikilip mazlumların hakkını korumuştur. 1567


Peygamberliğinden sonra, “bu kişiler müşriktir” vb. nedenlerle ku- ruldan ayrılmamış, bilakis "Kırmızı develerimin olmasını ona tercih etmem. İslam'da da böyle bir şeye çağrılsam kabul ederim." (Ebu Davud, Hakim ve Beyhaki rivayet etmiştir.)


Kafirlerin (müşriklerin) kurduğu bir mercie, insanların canlarını, mal- larını veya namuslarını korumak için sığınmasını, müracaat etmesini

1565 Gazâlî, el-Mustasfâ, II, 40-139; el-Kâsimî, s. 38. 1566 Fahruddin er-Râzî, el-Mahsûl, II, 434; el-Kasimi, s. 38; Fahruddin er-Râzî, el-Mahsûl, II, 434; el-Kasimî, 38.


1567 Belâzuri, 1; 128-130


Sallallahu Aleyhi ve sellem küfür olarak görmemiştir. Demek ki herhangi bir şekilde haksızlığa uğrayan bir kişi hakkını aramak için gerekli olan herhangi bir yere müracaat edebilir, hiçbir sınırlaması yoktur. Yeter ki hakkını alabileceğine kâni olsunHaram veya küfür olması bir yana, bunda en ufak bir sakınca olsaydı, Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) Hilfu'l-Fudul'u överken bunu da belirtirdi. Çünkü o, ümmetin en takvalısı ve dini konusunda en dikkatli olanıdır. Sakındırmadığı bir kötülük de olmaz. Şimdi tekfirci zihniyetin bu görüşlerinin yanlış olduğunu anladınız mı?


Darul harp'te bir hoca ve onun cemaatini düşünün. Hocanın "ne pahasına olursa olsun -her şeyini de kaybetsen- yine de tağutun mahke- melerine başvurmayacaksın, hakkını aramak için müracaat edersen kafir olursun" dediğini ve onun bu sözüne uyan bir cemaatin, bir de o cemaatin başlarına ne gelirse gelsin mahkemeye müracaat etmeyeceğini bilen İslâm düşmanların olduğunu düşünün. Bu durumda Dâru'l-Harp'te Müslümanın mahkemeye müracaat etmeyeceğini bilen kafirler/münafıklar, o cemaatten birinin evine silahlı üç dört kişi girip babanın eşine kızına tecavüz ettiğini, erkek çocuklarını da öldürüp ellerini kollarını sallayarak gittiklerini düşünün. O baba, tecavüzcülerin bulunması ve cezalandırılması için mahke- meye gitse, "giden kafir olur" diyen hocası ve arkadaşları ona ‘kafir' diyecek. Adamların kim olduğu belli olmadığından ne kendisi ne de cemaat- teki arkadaşları onları bulup cezalandıramaz. Halbuki bu baba polise müra- caat etse, kameralar/istihbarat/teknik imkanlar vasıtasıyla o tecavüzcü katiller bulunacak ve baba gereğini istediği zaman yapma imkanına sahip olacak. Hocası o babaya "azimetle davran, otur oturduğun yerde” diyerek tecavüzcü katillerin başka bir Müslüman aileye aynı şeyleri yapmasına fırsat verip vesile olan bir konuma düşmüş oluyor. Nisa Sûresi 60. ayetini delil getirerek, ayette kastedilenin O babanın mahkemeye gitmemesini gerektirdiğini söyleyerek Allah'a iftira atıyor. Buna daha ağır misaller verebiliriz.


Günümüzde birçok Müslüman bin bir türlü sebeplerden dolayı iftiraya maruz kalıp hapse atılıyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki birisinin karısına- kızına-malına göz koyan bir gaspçı/cani, adamı hapse attırmak için bir komplo kurup kolayca buna muvaffak olduktan sonra istediği zararı vere- biliyor. Hapse girenin ailesine, malina, namusuna zarar vermeyi plan- layanların olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu haksızlığa maruz kalan aile reisi -evinin geçimini sağlarken- hapse girince, onunla birlikte evdekiler de mağdur oluyor. Bu durumda, haksızlığa maruz kalan baba ya da hanımı tahliye talebinde bulunsa bu tekfirci/harici kalıntıları utanmadan Allah'ın ayetlerini kafalarına göre yorumlayıp, sanki İslâm'ın emri öyleymiş gibi, sanki İslâm hükümlerini bilen şeriat alimlerinin davaları karara bağladığı ve bu kararların da bağlayıcı olduğu bir mahkeme varmış ta bizim Müslüman buraya başvurmamış gibi, tahliye talebini yapanı kafirlikle itham ediyorlar. Özellikle haksızlık yapanlar alimlerin otoritesini tanımayan kafir ve fasık kimseler ise, alimlerin verdiği hükmü bunlara uygulatma imkânı yoktur. Çünkü alimlerin kararlarına ancak Allah Teâlâ'dan korkan insanlar boyun eğer. Bu ise hasım tarafların ancak takva ve iman ehlinden olmaları halinde mümkündür. Bugün genel olarak Müslümanın canına, malina, ırzına veya ehline haksızlık yapanlar şeriatın hükümlerine boyun eğmeyen ve hatta iman ehli olmayan; genellikle Kur'an'ı umursamayan, iman duygusuyla hareket etmeyen ve ancak otoritenin (polis, hapis, para cezası, vb.) korkusu ile yola gelecek olan insanlardır. Halbuki bu alimler, günümüz Türkiye'sinde Müslümanların hakkını ne geri alabiliyor ne de uğradığı hak- sızlığı giderebiliyorlar. Allah Teâlâ, zayıfların durumunu gözetmiş ve kim- seye gücünün üstünde bir şey yüklememiştir. Müslümanlar tarafından Harici mantığına uygun davranılarak seçilmiş olan bir imamın, hükmünün ve sözünün yukarıda anlattığımız sorunları çözmede bir rolü veya yetkisi yok- tur. Sadece iki Müslüman arasında alacak-verecek, miras gibi durumlarda - kendisine gelenler sözünü dinlerse- faydalı olabilir.


İkrah Nedir? Nasıl Oluşur?


İkrah iki kısımdır:


1) Mülci olan ikrah: Öldürme, el kesme, nefsi helak edecek darp gibi meseleler. Burada vuruş sayısı önemli değildir. Önemli olan, bu vuruşların nefsi helak edecek durumda olmasıdır.


2) Mülci olmayan ikrah: Hapis, bağlanma, nefsi veya uzvu telef et- meyecek derecede dövme ve bunun gibi meselelerdir. "1568


İkrah sınırı mezheplere göre değişir. Sahabe'den bir tokadı bile ikrah sebebi saymış olanlar vardır. Tekfirciler ise kafalarına göre ikrah sınırları belirleyip Müslümanların zayıflarına göre değil de en güçlü Müslümanlara göre ikrah şartı ortaya koyuyorlar.


1568 Bedaius Senai c: 6 s: 184


İkrah sının mezheplere göre değişir.


Abdullah b. Mes'ud (Radiyallahu Anh): "Benden iki kamçı darbesini savacak her sözü söylerim" 1569


Elbette ki insan bu ve benzeri hadislerin zahirinden yola çıkıp kafasına göre “şu ikrahtır" derse hataya düşer. Bizler, bu hadisleri Selef ve Halef ulemasının nasıl anlayıp tarif ettiğine bakıp onlara uymalıyız. Tekfirciler kafalarına göre ikrahı sınırlayıp, -Müslümanların zayıflarına göre değil de- en güçlü Müslümanlara göre ikrah şartı ortaya koyarak tekfir etmek için yarışıyorlar.


Hanefilere göre ikrah ikiye ayrılır:


Tam ikrahta; tehdit edilen cezanın öldürücü veya kişinin organ- larından birini telef edici mahiyette olması gerekir.


Nakis ikrahta ise; söz konusu cezanın elem verici veya uzun zaman devam edici ya da derin bir kedere sebep olucu mahiyette olması şart- tır. 1570 Cebredilenin hapsedilmesi, bağlanması, ölüme sebep olmayacak derecede dövülmesi veya tam ikrahta zikredilenler dışında herhangi bir işkenceye uğratılması halinde eksik ikrah gerçekleşmiş olur. Hanefilere göre, katıksız hapsetmek tam ikrahtan sayılmamıştır. Eksik ikrahta hapis ve sopa için belli bir sayı söz konusu değildir. Kişiyi kedere düşürmesi yeterli görülmüştür. İmam Şafii gibi alimler de hapis olmayı ikrah sebebi saymışlardır. Tekfircilerden bazıları "ayet varken kulların sözüne mi itibar edeceğiz” diyerek Selef ulemasından olan İmam Şafii ve hapis olmayı ikrah sayan diğer alimleri tekfir etmiş oluyorlar.


Bazıları çıkıp "küfür sözü söylenebilmesi için tam ikrah şartının oluşması yani tehdit edilen cezanın öldürücü veya kişinin organlarından birini telef edici mahiyette olması gerekir, başka görüşleri kabul etmiyorum" derse, ona şu durumda olanların halini sormamız gerekir: Tehdit eden bir devlet görevlisi, piskopat, aşiret ya da çete üyesi; tehdit ettiği kişinin başına silahı dayayarak. veya dayamadan "bir kere soracağım, ikinci bir şansın olmayacak. Seni ve aileni öldürüp evini yakarım, bacağını- kolunu keserim” gibi bir tehdit yaptığını düşünün. Tehdit edilen de "ikrah sayılması için hapse girip işkence göreyim, ikrah durumu oluşsun" diye bekler ve cevap vermezse tehdit eden de sözünde durup dediklerini o an yapıp adamı öldürmesi ile ikrahın gerçekleşmiş olması, ölene ve ailesine bir fayda vermez.


Ya da düşmanlarını testere ile kesen lakabı testere olan bir piskobat elinde testere olmadığı halde tehdit ettiği kişiye konuş yoksa bacağını kesicem dese adamda lakabını bildiği halde ikrah şartının gerçekleşmesi için beklese tehdit edende bacağını kesse organı kesilen kan kaybından ölür. Bu durumda ikrah şartının gerçekleşmiş olması ölene ve ailesine bir fayda vermez. Bunda ısrar edene Rasûlullâh'ın (Sallallahu Aleyhi ve sellem) Hazret-i Ammâr'a-" Müşrikler eziyet ederlerse yine böyle söyle" demesini hatırlatırız. Böyle durumlarda tehdit edilen, tehdit edenin gücüne ve tehdidini gerçekleştirme olasılığına bakarak ve işkence hapse girme durumu gerçekleşmeden bu tehdidi ikrah sebebi olarak görebilir. Bir kişi tehdit eden devlet yetkilisine uymadığında hapse atılacağını ve hapiste de öldürücü olmayan sopa ya da diğer işkence aletleriyle işkence edileceğini biliyorsa, o zaman hapse girip işkenceye dayanabildiği kadar dayanıp konuşmayabilir. Bu da kişinin hapse düştüğünde ailesinin düşeceği duruma göre ve ayrıca kişiden kişiye göre de değişebilir.


Hanefi alimleri buna ek olarak üçüncü bir ikrah çeşidi getirmişlerdir. Rızanın bütünüyle ortadan kalkıp ancak ihtiyarın ortadan kalkmadığı; kişinin kardeşi, kız kardeşi ya da yakın akrabasından birisine yönelik hap- setme ve buna benzer bir şeyle tehdit edilmesine edebi ikrah demişlerdir. Hanefilere göre böyle bir zorlama kıyasen değil, istihsânen şer'i bir ikrahtır. Zira kişinin akrabalarından birisine yönelik tehdit kişiyi hüzünlendirmekte ve sanki kişinin kendi üzerinde bir zorlama oluşturmaktadır. 1571


Şafii Alimlerine Göre İkrah:


İkrah durumu, cebredilen kişiye göre ve zorla yaptırılması istenilen işe göre farklı olabilir. Genellikle kişiyi ağır bir şekilde dövme, uzun zaman hapsetme veya malını imha etmekle tehdit ikrahtır. Yine, şahsiyetli insanları hafif bir şekilde dövme veya hapsetme, darlık içinde olan bir kişinin az bir malını imha etme de ikrah sayılır. Kısacası aklı selim bir insanın tehdit edilen cezaya katlanmaktansa, yapmaya zorlandığı şeyi tercih edeceği her yerde ikrah mevcuttur.' 1572



1569 ibn Hacer, Feth'ul Bari, 12/314, Türkçesi için bkz. 13/544 1570 El Mebsut li Es Serahsi: c. XXIV shf. 49-51, Bedal Es Sanai: c. IX, shf. 4489-4515

1571 Serahsi el-Mebsut 24/144, Zekeriyya el-Berdisi Bahsu'l İkrah sy: 372, El'ikrah ve eseruhu fi-t Tasarrufat li Isa Şekre sy:60 1572 Muğni el-Muhtac, c. IV, sh. 9-10



Şafiilere göre; tehdit edilen cezanın miktarı ve çeşidi kişiden kişiye değişebileceği gibi yapılması istenilen işe göre de değişebilir.


Mesela; Her türlü hapsetme ikrah sayılmış, fakat dövmenin kişiden kişiye değişebileceği, şahsiyetli insanlar için az bir dövmenin de ikrah sayı- lacağı söylenmiştir. Yine imha edilecek malın, mal sahibini sıkıntıya düşür- mezse ikrah sayılmayacağı ancak sıkıntıya düşürürse ikrah sayılacağı söy- lenmiştir. Şafii alimlerine göre kişinin ana-babası gibi usulünün veya oğlu-torunu gibi füruunun öldürmesi tehdidi de ikrahtır. 1573


Malikilere göre; tehdit edilen cezanın elem verici ve mecbur edileni kederlendirici mahiyette olması gerekir.


Malikilere göre; bir insanı korkutmak, bağlamak, dövmek ya da hap- setmek ikrahin gerçekleşmesi için yeterli sebeptir. Dövmede belli bir sayı aranmamış, sadece can yakıcı olması şart koşulmuştur. Hapsetmede de bel- li bir zaman biçilmemiş, sadece zorlanan kişiyi sıkıntıya sokacak mahiyette olması şart koşulmuştur.


Malikilere göre; ikrahın gerçekleşmesi için zorlanan kişinin helak olmaktan korkması şart değildir. 1574


Hanbelilere göre; tehdide konu cezanın büyük bir zarar verici ma- hiyette olması gereklidir. Mesela; öldürme, ağır bir şekilde dövme, uzun za- man hapsetme veya bağlama ikrahın gerçekleşmesi için yeterli sebeplerdir.


Bazı alimler "ikrah ancak sözlü fiillerde olur, bedeni fiillerde olmaz" demişlerdir. Misal olarak "bir insan ikrah durumunda sözle kafir olduğunu söyleyebilir ancak bir kişiye secde edemez" derken, bazı alimler de ikrahın durumuna göre ibadet maksadı/niyeti olmadan secde edebilir demişlerdir. Bu alimler ikrahı hem sözlü hem de bedeni fiillerde geçerli kabul etmişlerdir. Bu görüşte olanlar Hazreti Ömer, imam Mekhul, İmam Malik ve Irak ehli bazı alimlerden nakledilmiştir. İkrahın mevcudiyeti için mücerret tehdidin bulunması yeterli olduğundan, Serahsî ikrahin tam veya eksik şeklindeki ayırımda esasen ikraha mâruz kalan kimsenin galip zannının ölçü olacağına, bunun da şahıslara ve duruma göre değişiklik gösterebileceğinden önceden bir belirlemenin yeterli olmayacağına işaret eder. Bu sebepledir ki dayak ve hapis gibi bedenî zararların ve ağır 1575


1573 Muğni el-Muhtâc: c. IV, shf. 9-10 1574 Tefsir El Kurtubi: c. X, s. 180-190 1575 3 Serahsî, el-Mebsût, XXIV, 49-50


1576 mahrumiyetlerin duruma göre tam ikrah sayılması görüşü başta Şâfîîler olmak üzere fakihler arasında hayli taraftar bulmuştur. Serahsi'nin ise canı veya uzvu telef edebilecek bir dayağı tam, kişiye şiddetli acı verecek olanını nâkis ikrah sayıp daha aşağı derecedeki zararları ise ikrah kapsamın- da görmemesi bu konuda objektif ölçüt belirleme çabası niteliğindedir. Serahsi dahil Hanefîler'in çoğunluğu, kişinin yakınlarına yöneltilen ikrahin istihsanen kişinin şahsına yöneltilmiş ikrah sayılması gerektiği görüşün- dedir. 1578 1577


Diğer mezhepler de dahil fıkıhta ağırlıklı görüş bu yönde olup hangi derecelerdeki yakınların bu kapsama girdiği ise tartışmalıdır. Çoğunluk bunu eşle ve mahremiyet derecesiyle sınırlandırmak isterken İmam Buhârî, İbn Hazm ve İbn Ferhûn dahil bazı fakihler bir başka müslümana yöneltilmiş ciddi tehdidin de ikrah sayılacağı görüşündedir. Böyle olunca kişinin yakınlarına yöneltilen cebir ve tehdidin de ikrah sayılıp ağırlık derecesine göre yukarıdaki ikili ayırım içinde mütalaa edilmesi gerekir. 1579


Şevkânî şöyle söylemektedir: "Hasan el-Basri, Evzâi, bir rivayete göre Şafii ve Suhnun, ikrahın ancak sözle olacağını ve Allah'dan başkasına secde etmek gibi fiili durumlarda ikrah olmayacağını söyledikleri nakledil- miştir. Fakat bu görüş ayetin zahirine muhaliftir. Çünkü ayet umumu ifade etmektedir ve söz ile fiil arasında bir fark gözetmemektedir. “İkrah sadece söz iledir, fiillerde ikrah olmaz” diyenlerin hiçbir delili yoktur. Ayetin sebebi nüzulünün hususi olması ise hükmün umumi olmasına engel değil- dir. "1580


İbn Hacer, ikrahın şartlarını anlattıktan sonra şöyle demektedir: "İkrahın söz ya da fiil ile olması arasında cumhur ulemaya göre hiçbir fark yoktur.' "1581


Tekfirciler tağuta muhakemede ikrah-ı mülci şartını ortaya atıyorlar. Fakat mezheplere göre şartlar değişir. Onlar bir mezhebi taklit ediyorsa biz de diğer bir mezhebi taklit edebiliriz.


1576 Taftazânî, II, 197; ibn Abidin, VI, 129 1577 el-Muḥallâ, IX, 259; el-Mebsût, XXIV, 49-52 1578 el-Mebsût, XXIV, 142-144; Ibn Abidin, VI, 130 1579 Buhârî, "İkrâh", 7; İbn Hazm, IX, 259 1580 Feth'ul Kadir, 3/197 1581 Fethul Bari, 14/322


Tekfirciler Allah Teâlâ'ya iftira atıyorlar. Allah Teâlâ'nın yasaklama- dığını yasaklıyorlar.


"el-Hulâsa" ve diğer kitaplarda da şu ibâre geçmektedir: "Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ihtimaller olsa bile buna karşılık tek bir vecih bile tekfire mâni olur. Müftâ bih görüşe göre, Müslüman hakkında hüsn-i zanda bulunmanın gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mâni olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır."


es-Seyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isimli eserinde Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserindeki şu sözünü nakletmiştir:


"Bil ki, bir Müslümanın İslâm dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek, gündüzün güneşinden daha açık bir delil olmadıkça Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir Müslüman için gerekli değildir. Çünkü Sahâbe'den bir grubun tarikiyle rivâyet edilmiş sahih birçok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kâfir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder." ibâresi sâbit olmuştur.


İDDİA:


Mekke döneminde Sahabeler işkencelere maruz kalıyordu malları gasp ediliyordu ama tağutun mahkemelerine müracaat etmediler.


CEVAP:


Kıyas yapacağınız zaman vakıaların birbirine uygun olması lazım. Günümüzde kim olursa olsun birisi herhangi bir şekilde masum bir insanı öldürdüğünde kameralara yakalanmış ve suçu sabit ise, tağutun mahkemesi -milletvekili de olsa- onu suçlu bulup cezaevine gönderiyor. Mekke döneminde müşrikler, Müslümanları açıktan açığa develere bağlayıp ikiye ayırıyor, türlü türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Kimi kime şikâyet ede- ceklerdi? Müracaat edildiğinde Mekkeli müşriklerin/tağutların zulmüne engel olacak hukuki bir kurum yoktu.


İcaret kanunu Mekkelilerin koyduğu bir kanundur. Rasûlullâh Mekke'ye girdiğinde başına gelebilecek bir musibeti/zulmü defetmek için müşriklerin -yazılı olmasa da yürürlükte olan- bir kanununa müracaat etti. Peygamber Efendimiz, Taif dönüşü Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bu sebeple müşrik Mutim b. Adiyy'in himâyesini istedi. Mutim isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler. Allah'ın Rasûlü, kalbi imanla dolu olmasına rağmen, müşriklerin kanunlarından olan bir uygulamaya zaruret halinde müracaat edip kafirin koru- masına girerek yardım istiyor.


Şimdi İslam mahkemelerinin olmadığı bir yerde tağuta muhakeme olanların zaruretlerini niyetlerini kabul etmeyip tekfir edenler Rasûlullâh'ın hangi sebepten dolayı olursa olsun- bir müşrikin himayesine girip emân/yardım istemesine ne diyecekler? onlar ne derlerse desinler Rasûlullâh bu yaptığıyla ümmetine bir yol gösteriyor. Mekke'de yıllardır olan icarat kanunundan istifade ediyor. Rasûlullâh o icaret kanunu korumasını kabul etmeyip uygulamasaydı belki yakalanıp işkence görecekti, belki hapsedilecek, belki aç bırakılacak belki yurtan sürülecek ve en önemlisi de tebliğ görevini yapamayacaktı. Ama onların bu kanuna müra- caat ederek tatbik etmesiyle tüm bunlara engel olmuş oldu. Rasûlullâh'ın uygulanmasını talep ettiği o kanun, her türlü zulüm ve hayata kastet- mekden men ediyordu. yanlızca yaşama hakkı kimlik almış olmuyor. Sürgünden men hakkı, zulüm ve eziyetten men hakkı, hepsinden men hakkı yani başına tüm gelecek musibetlerden imtina hakkı tanıyor. Rasûlullâh icaret kanunu kabul etmediği benimsemediği gibi kafirlerin bu kanunundan istifade etmek için akidelerinden asla taviz vermemiştir.


Günümüzde halkı Müslüman ama sistemi tağuti olan bir ülkede, arkası olmayan güçsüz bir Müslüman da malını/canını/namusunu korumak için ikrah ve zaruretten dolayı -tağutun mahkemesini reddettiği ve akidesinden taviz vermediği halde- tağutun mahkemelerinden düşmanlarına karşı polis koruması isterse ya da düşmanlarının şerrinden kurtulmak üzere onlara dava açmak için tağutun kanunlarına müracaat ederse buna ne diyeceksiniz? Siz nefsinize göre hareket ederek Rasûlullâh'ın tatbikine yapabildiğiniz kadar yorum/te'vil yapın. İşinize geldiği zaman hadislerin zahirine yapışıp te'vil ve yorum yapmıyorsunuz. İşte yukarıda Rasûlullâh'ın tatbiki ortada açık ve nettir. Şimdi sizin bu olayın zahirine uyup yorum ve te'vil yapmadan kabul etmenizi umuyorum.


Bizim savunduğumuz ve küfür olmadığını söylediğimiz şey, bu tür durumlarda bir yardım isteme ve destek aramadır. Kişi, hakkını alabileceği bir imkân var iken tağutun mahkemesine kendi isteği ve iradesiyle giderse, yukarıdaki ayetin nüzul sebebi kapsamına girer. Kişi, kendi hakkında açılan bazı duruşmalara katılmazsa işleri daha karmaşık ve zor bir hale gelir ve cezası da katlanır. Hakkındaki suçlama ise batıl yolla kendisi hakkında sabit olur. Gıyabi verilen hükümlerin vicahi hükümlerden daha katı ve fazla olduğu da unutulmamalıdır. Müslüman, iki zarardan en asgari olanını tercih ederek bu zararı kendinden savmakla yükümlüdür. Bu ise çok yönlü olarak te'vil ve içtihada açık büyük bir konudur. Dolayısıyla böyle durumlarda mahkeme veya karakolda duruşmaya katılmak, tağutun hükmüne başvur- mak değil sadece haksız ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır.


Bu arada bazıları akılcı yorumlamalarıyla çıkmazdan kurtulmak için bu olayı yine kendi hevalarına göre- eman, kimlik ya da avukat tutmayla sınırlandırıyorlar. Bazı tekfirciler "Kimlik almak küfür değil, altına imza atmıyorsun" diyor. Halbuki tağut sistemi sana kimlik veriyor, ayrıca imza ve parmak izini de alıyor. Bir de bu olayı ne avukat ne kimlik ne de başka bir şeye delil olarak görmeyip kimlik/pasaport almanın küfür olduğunu söyleyen aşırı tekfirciler var. Bu yorumlamaları neticesinde milyonlarca Müslümana kafir diyorlar. Müslümanların birbirlerine düşman olmasına ve birbirleriyle savaşıp parçalanarak, kafirlerin sömürüp piyon olarak kullandığı bir toplum haline dönmesine sebep oluyorlar. Bu hale gelmemiz tamamen tekfircilerin ayet ve hadisleri akıllarına/hevalarına göre yorum- lamalarından dolayıdır. Onun için "Ey Okuyucu!" bu ve diğer konularda Ayet ve hadisleri kafalarına göre yorumlayıp Müslümanları tekfir edenlere uyma. Ayet ve hadisleri Müslümanların birliği için yorumlayan tekfirden uzak duran; yıkıp parçalayan değil birleştirip güçlendirenlerin yoluna uy. Elbette ki tekfirciler, kendilerine inananları kaybetmemek için bir şekilde yorum yaparlar ve yapıyorlar da. Muhakeme olma konusunda Nisa Sûresi 60. Ayetine yaptıkları ısmarlama yorumlardan dolayı tekfirciler kendi aralarında fikir ayrılığına düşüp birbirlerini tekfir eder durumdadırlar.


İDDİA:


Tağut düzende boşama yetkisi mahkemeye verilmiştir. Bu durumda boşanmak için mahkemeye başvurmak küfürdür. Çünkü Allah boşama yetkisini kocaya ve kadın zor duruma düştüğünde İslâm hakimine vermiştir.


CEVAP:


Tağut kanunlarına göre, evlenmek isteyenler doğacak çocuklarını nüfuslarına kayıt ettirebilmek için resmi nikah yapmak zorunda kalıyorlar. Resmi nikahları olmazsa ileride çocukları ve kendileri birçok sıkıntıyla ve zorluklarla karşı karşıya kalırlar. Bu ve başka birçok sebepten dolayı resmi nikah yapıp evlenme cüzdanı kimliği alıyorlar. Sonra bir sebepten dolayı isteyerek ya da kadının rızası olmadan erkek 3 talak ile boşuyor. Dinen boşanma olmuş oluyor. Fakat resmi nikah duruyor. İki taraf başkasıyla resmi olarak evlenemez. İki taraf başka evliliklerinden olan çocuklarını nüfusuna alamaz. Fakat daha önceki hanımının çocukları baba öldükten sonra miras talep edebilir. Fakat resmi nikah olmayandan doğan çocukları miras talep edemez. Bu ve benzeri birçok sıkıntıların yaşanmaması için, müracaat edeceği İslami bir mahkemenin olmaması ve seçilmiş dini önderlerin tağutun koyduğu kanunu iptal etme gücüne ve yetkisine sahip olmaması nedeniyle tağutun mahkemelerinde mecburen boşanma davası açmak zorunda kalınır.


Tekfircilerin bu batıl yorum ve kıyasları ümmete zarar veriyor. Sizin tekfire yönelik bu batıl yorum ve kıyaslarınız yüzünden dünyadaki Müslümanlar bu gidişle hiçbir zaman siyasi, ekonomik ve askeri açıdan güçlü bir devlet olamayacak. Kızılderililer, Afrika'daki yerliler, vs. gibi küçük hafif silahlarla devamlı birbirlerini öldüren insanlar konumunda olacaklar.


İTİRAZ:


Sultana her müracaat, "mahkeme" olarak adlandırılamaz. Kişi sultana, hüküm istemek için de güç ve kuvvetinden faydalanmak için de yardım istemek için de başvurabilir. Burada sultandan muhakeme olma isteği değil yardım talep etme vardır. Biri emanet mala el koymuş, diğeri de -güç ve kuvvet sahibi olduğu için- sultandan yardım istemiştir


CEVAP:


Olay gasp/hırsızlık yapan biri ile malı çalınan ve gasp edilen Müs- lüman arasında geçiyor. Müracaat ettikleri kişi o zamanın tağutu. Kanun koyan, kanun mahkemelerini kurup üyelerini atayan bir kral. Allah'ın hükmüne göre o mal sahibi olan Müslümana geri verilmesi gerekirken, kral o mali gasp edene vererek Allah'ın hükmüyle değil kendi kanununa göre hüküm veriyor. Buna rağmen siz "yardım istemek" diye kendinizi kandırmaya çalışırsanız biri de çıkıp "benim de malımı çaldılar. Tağutun reisine ulaşamıyorum, onun için tağutun reisinin kurduğu mahkemeden yardım istiyorum" diyebilir. Size göre bu ne kadar yanlış ve saçma ise bize göre de "tağut olan kraldan yardım isteniliyor, muhakeme olunmuyor" demeniz o kadar yanlıştır ve saçmadır. Eğer darul harp'te mali gasp edilen kişi o ülkedeki bir zengine ya da eşkiya liderine gitseydi yardım isteme olabilirdi. Fakat gittiği kişi tağut kanunlarını koyan ve hakimleri atayan birisi.


Peygamber Efendimiz Hilful Fudul Cemiyetine katılmakla ve onu övmekle bir daha olsa katılacağını söyleyerek- müşriklerin kanunlarını ve/veya dinini kabul mü etmiş oldu? Size göre niyetinin, helal ya da haram olarak görmesinin önemi yok diyordunuz. Bu durumda Rasûlullâh'ın bu yaptığının ve söylediğinin -size göre- hükmü nedir?


Ey tekfirciler, sizler Tağut sistemine/kurumlarına müracaat ederek kimlik ve pasaportu parmak izini vererek alıyorsunuz. Siz bu kimliği almakla tağutu ve tağutun dinini tanımış ve kabul etmiş mi oluyorsunuz?


Bize göre iman dairesinden çıkmazsınız. Tağutu otorite tanımış ve dinine girmiş sayılmazsınız. Biz böyle sıkıştırdığımız zaman kimlik, pasaport, faturalar, verdikleri vergiler, vb. meselelerde zaruret ve niyetlerini öne sürerler. Evet, biz de zaruret niyetleri öne sürüyoruz, fazladan bir şey çıkarmıyoruz.


Sizin bu yaptığınız samimiyetsizlik ve çifte standartlılıktır. Ey tek- fircilerin yorumlarına inanan kardeşlerim, dikkat edin! Allah'ın verdiği ruhsatı iptal edenlere veya helâlini haram kılanlara uyma, tekfircilerin yorumlarına inanıp milyonlarca Müslümanı tekfir eden Harici mantığında olma durumuna düşmeyin. Çünkü karşı taraf tüm kaideleri bir kenara bırakarak bir ayetin zahirinden yola çıkıp insanları tekfir ediyor.


Tağutun mahkemesinde Müslümanın kendisini savunmasına küfür diyenler kendi aralarında farklı görüşleri olup bir birlerini tekfir ederler. Başka bir tekfircide bu farklı görüşte olanları tekfir edip rediyye yapıyor şimdi onun rediyyesinden bir bölümü burda yazalım. Bu farklı görüşlerini şöyle sıralıyor.


İTİRAZCI


1. Savunma yaparsan kafirsin. Susarsan, küfre rıza küfür olduğu için yine kafirsin. Mahkeme salonuna girmemek için her şeyi yapacaksın.


2. Mahkemede "ben Müslümanım, sizi reddiyorum" demen de savun- ma olur ki bu da küfürdür. Mahkeme salonuna girip ayağa kalkmaksızın susman lazım.


3. savunman küfürdür, susman da küfürdür. Müslüman kalman için mahkeme heyetini direk tekfir etmelisin.


4. Hüküm istemeden Istami bir ağızla kendini savunursun, böylece savunma yapmış sayılmazsın ama "beratim istiyorum” dersen kafir olursun. 5. Bir kimseye başkalan tarafından dava açılmış ve evinden zorla alınıp mahkemeye götürülmüşşe bu kişi savunma yapabilir. Fakat avukat tutarak savunma yaparsa kafirdir.


CEVABIMIZ


Yusuf Sûresi 25-26-27-28. Ayetlerinde Hazreti Yusuf'a iftira atan kişi. şahit, davacı ve tağutun hakimi var. Bu durumda kendisine atılan iftiraya karşı tağutun önünde kendisini savunan Hazreti Yusuf var. O halde bu hareketin -hasa- küfür olması gerekir. Ibrahim (Aleyhisselam), putlan kırması neticesinde kralın huzurunda muhakeme olurken savunma yapıp putlan kendisinin yıkmadığını söyleyerek (size göre yalan) savunma yapıyor. Tekfircilere göre bunun da küfür olması lazım. Tekfirciler ne kadar hasa biz bunu kasd etmiyoruz deselerde yukardaki peygamberlerin tağutun huzurunda kendilerini savundukları gerçeğini değiştirmez. Akhı başında olan bir Müslüman için bu iki misal yeter de artar.


Savunma mahkemenin bir parçası olsun veya olmasın, kendisini savunan kişi ikrah altındaysa asla tekfir edilmez. İkrah, tehdit edilen cezanın kişiye fiilen uygulanmış veya uygulanmamış olması bakımından, maddi ikrah ve manevi ikrah diye iki kısma ayrılmaktadır.


Uygulanış Bakımından İkrahın Çeşitleri


1. Maddi İkrah:


Bu kısımda tehdit edilen kişinin dövülmesi, boğazının sıkılması, ba cağının bükülmesi gibi bir kısım işkencelerin fiilen yapılmış olması ge reklidir. Sadece tehdit etmek, maddi İkrah değildir. 2. Manevi İkrah:


Bu kısımda ise mecbur edilen kişiye sadece tehdit yapılır. Filen işkence görmüş olması şart değildir.


Fıkıh alimleri, ruhsata sebep olacak ikrahın hangisi olması gerektiği hususunda iki kısma ayrılmışlardır:


a. Imam Ebu Hanife, Şafii ve Malik'e göre manevi ikrah ruhsatın tahakkuku için yeterlidir. Bunlara göre ruhsata neden olacak ikrahin gerçekleşmesi için bir kısım işkencelerin fillen yapılması şart değildir.


b. İmam Ahmed b. Hanbel'den ise iki görüş rivayet edilmektedir: Birinci görüşe göre ruhsata yol açacak ikrah maddi ikrahtır. İkinci görüşe göre ise manevi ikrahın da yeterli olacağı şeklindedir. Daha sonra da izah edileceği gibi, Hanbeli mezhebi alimlerinden olan İbn Kudame bu son görüşü tercih etmektedir.


İkrahin Mahiyeti:


Hangi şeylerin yapılması veya söylenilmesiyle İkrahın (zorlamanın) gerçekleşeceği ve bu sebeple kişinin şer'i bir hükmü yapmak veya bir yasaktan kaçınmak olan azimeti terkedip ruhsata başvurabileceği hakkında ayetlerde, hadislerde, Sahabelerde, Selef-i Salihin ve mezhep imamlarında çeşitli görüşler bulunmaktadır:


Birinci delilimiz:


Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah'ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah'dan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır. (Nahl Suresi, 106. ayet)


Bu ayet ve diğer ayetlerde ve hadislerde, Sahabenin ve mezhep imamların içtihatlarında, zaruret hallerinde Allah'ın (Celle Celâluhû.) yasaklayıp küfür dediği birçok fiili işlenmesine ruhsat verilmiştir. Bu Ayette geçen ‘takiyye', ikrah halinde kişinin imanını gizleyip zahiren küfrü açığa vurmasını ifade eder.


İkinci Delilimiz:


Al-i İmran 3/28" Ayeti kerimesidir. Bu ayette Allah Teâlâ kafirlerle velayet/dostluk kurmayı nehyettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Ancak onlardan gelecek bir tehlikeden sakınmanız hali müstesna" (...) Imam Buhari bu ayeti zikrettikten sonra bahsedilen şeyin ‘takiyye' yani kendini gizlemek olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin birçoğu bu ayette geçen "Onlardan sakınmanız müstesna" bölümünü “Nahl 16/106"da geçen "Zorla- nanlar müstesna" kavliyle eş değer görmüşlerdir. Yani bu Ayette geçen takiyye, ikrah halinde kişinin imanını gizleyip zahiren küfrü açığa vurmasını ifade eder. Allah Teâlâ kafirlerden korkup kendilerini koruyanı yani takiyye yapanları küfre düşmekten istisna ediyor.


Üçüncü delilimiz:


"Allah, benim için, ümmetimin hata ile, unutarak veya baskı ve tehdit altında işlemiş olduğu günahları bağışlamıştır." (İbn Mace, Talâk, 16)


Görüldüğü üzere Allah Rasûlü ikraha cevaz veriyor.


Dördüncü delilimiz:


Hazreti Ömer'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:


"Aç bıraktığın veya dövdüğün yahut bağladığın kişi güven içinde değildir." 1582


Diğer bir rivayette: "Korkuttuğun veya bağladığın yahut dövdüğün kişi güven içinde değildir. 1583


Başka bir rivayette: "Dövdüğün veya ansızın yakaladığın veya aç bıraktığın kişi güven içinde değildir" buyurmuştur. 1584


Bu rivayetler birleştirildiğinde, Hazreti Ömer'in, insanı aç bırakmayı, dövmeyi, bağlamayı, tehdit etmeyi ve aniden yakalamayı ikrah (zorlama) kabul ettiği görülür.


Abdullah b. Mes'ud (Radiyallâhu Anh) "Ben, bana iki kamçı vurmayı uzaklaştıracak her sözü söylerim" demiştir. 1585


Abdullah b. Mes'ud (Radiyallâhu Anh) Irak'ta güçlü bir vali iken bu sözü söylüyor. Serahsi bu sözü şöyle izah etmektedir: "Burada iki kamçı vurmaktan maksat elem verici bir şekilde dövmektir. Velev ki bu dövmek iki kamçı vurmak şeklinde olsun. Yahut bu söz, sopadan dolayı öleceğinden korkana bir misaldir. Kişiye iki kamçı vurulur da o da sopa neticesinde helak olacağını hissederse, her sözü söyleme ruhsatına sahip olur. Yoksa Abdullah b. Mes'ud gibi bir Sahabe'nin, tehlikeye sürüklemeyecek iki kamçı vurul- ması korkusuyla kişinin kafir olmayı dili ile söyleyebileceğine izin vermesi İmkansızdır." "1586


Bazı alimler; "Abdullah b. Mes'ud için iki kamçı vurmak ölüme sebep olabilirdi. Çünkü onun vücudu pek zayıftı" demişlerdir.


Cabir b. Abdullah'dan (Radiyallâhu Anh) "Beni itaat etmeye mecbur kılan bir zalime itaat etmemde bir günah görmüyorum" dediği nakledil- mektedir. 1587


1582 Ibn Kudame, el-Muğni, c. VII, sl. 119, c. VIII, s. 196 1583 Kurtubî, Tefsir el-Kurtubi, o X, sh. 190 1584 Serahsi, el-Mebsut: c. XXIV, sh. 51 1585 Kurtubî, Tefsir el-Kurtubi: c. X, si. 190; Serahsî, el-Mebsut: c. XXIV, sh. 46 1586 Serahsi, el-Mebsut: c. XXIV, s. 50 1587 Serahsi, el-Mebsut: c. XXIV, s. 45-46-47


Görüldüğü üzere Cabir (r.a)'in her türlü zorlamayı ikrah saymakta olduğu anlaşılmaktadır.


Şûreyh "Kişiyi bağlamak ikrahtır. Tehdit etmek ikrahtır. Dövmek ikrahtır. Hapsetmek ikrahtır" demiştir. 1588


Görüldüğü gibi Hazreti Ömer döneminden başlayarak Hicri onsekiz ve yet-mişdokuzuncu yılları arasında Küfe şehrinin kadılığını (hakimliğini) yapan Şureyh de kişiyi bağlamanın, tehdit etmenin ve dövmenin ikrah sayıldığını söylemektedir.


Tabiinden olup zamanın güvenilir müftüsü olan ve "Hadis Sarrafı" adı verilen İbrahim en-Nehai de "Kişiyi bağlamak ikrahtır. Hapsetmek ikrahtır." demiştir. 1589


Görüldüğü üzere herhangi bir sebepten dolayı tutuklanan, hapse giren, kendisine ilftira atılan, vs. vs. Müslümanın yukardaki sebeplerden dolayı savunma yapması Allah'a, Rasûlü'ne, Sahabe'ye ve Selef ulemasına göre küfür değildir.


İkrahin Tahakkuku için Aranan Şartlar


İkrahın şartları hususunda da alimler şunları zikretmişlerdir. Mecbur edilen kişinin, kendisinden istenileni yapmadığı takdirde tehdit edildiği cezanın yapılacağına dair zannı galiple kanaat getirmesi gerekir. Hanefilere göre; tam ikrahta bu cezanın öldürücü veya kişinin organlarından birini koparma yahut ölüme sürükleyici mahiyette olması gerekir. Eksik ikrahta ise, elem verici veya uzun zaman devam edici yahut derin bir kedere sebep olucu mahiyette olması şarttır. 1590


Şafiilere göre, tehdit edilen cezanın miktarı ve çeşidi kişiden kişiye değişebileceği gibi yapılması istenilen işe göre de değişebilir. Mesela; Her türlü hapsetme ikrah sayılmış, fakat dövmenin kişiden kişiye değişebileceği, şahsiyetli insanlar için az bir dövmenin de İkrah sayılacağı söylenmiştir. Yine imha edilecek malın, mal sahibini sıkıntıya düşürmezse ikrah sayı- Imayacağı, düşürürse sayılacağı söylenmiştir. (Bu namusa zarar gelebilme ihtimali için de geçerlidir. Çünkü Rasûlullâh, malı sayarken namusu da beraber zikretmiştir. 1591


1588 Serahsi, el-Mebsut: c. XXIV, s. 51; el-Hattabi, Ebu Davud Haşiyesi, c. II, sh. 643 1589 Kurtubi, Tefsir: c. X, sh. 190


1590 Serahsi, el-Mebsut: c. XXIV, sh. 49-51, Bedal es-Sanaî, c. IX, sh. 4489-4515 1591 Hatib eş-Şirbinî, Muğni'l-Muhtâc: c. IV, sh. 9-10



Malikilere göre, tehdit edilen cezanın elem verici ve mecbur edileni kederlendirici mahiyette olması gerekir.


Malikilere göre, bir insanı korkutmak veya bağlamak yahut dövmek ya da hapsetmek ikrahın gerçekleşmesi için yeterli sebeptir. Dövmede belli bir sayı aranmamış, sadece can yakıcı olması şart koşulmuştur. Hapsetmede de belli bir zaman biçilmemiş, sadece cebredileni sıkıntıya sokar mahiyette olması şart koşulmuştur. Malikilere göre ikrahın gerçekleşmesi için ceb- redilen kişinin helak olmaktan korkar bir durumda bulunması şart değil- dir. 1592


Hanbelilere göre, tehdit edilen cezanın büyük bir zarar verici mahi- yette olması gereklidir. Mesela öldürme, ağır bir şekilde dövme, uzun zaman hapsetme veya bağlama ikrahın gerçekleşmesi için yeterli sebep- lerdir. Buna mukabil, sövmek veya tahkir etmek ikrah sayılmayacağı gibi, az bir miktar malı almak ta ikrah sayılmaz. Keza az bir zarar vermek te aldırış etmeyen insan için ikrah sayılmaz. Fakat az da olsa zarara uğramak kişinin şahsiyetine gölge düşürürse veya onu teşhir ederse başka bir insan için ikrahtır. Yine çocuğunu dövme tehdidi de sahih olan görüşe göre, ikrah sayılmıştır. 1593


İTİRAZ:


Hazreti Yusuf'a (Aleyhisselâm) atılan zina iftirasıyla alakalı olarak bir şahidin şahitlik yapmasından bahseden ayette ve müfessirlerin kavillerinde buradaki meclisin -haşa- şirk hükümlerine dayalı olarak yapılan bir mu- hakeme meclisi olduğuna dair en ufak bir işaret var mıdır? Ayrıca buradaki hâkimin vasfı nedir? Kadının ehlinden bir şahit şahitlik yaptı" (Yusuf: 26)


Eğer bu hâkim kundaktaki çocuk veya yırtılan gömlek ise bunlar nasıl tağut vasfını almaktadır? Kadının akrabası ise bu hükmü veya şahitliği bir arabulucu veya sulh yapan olarak değil de tağut sıfatıyla yaptığına dair en ufak bir delil gösterilebilir mi?


CEVAP:


Öncelikle sulh de bir hükümdür. İkinci olarak o esnada o ortamda Hazreti Yusuf'dan (Aleyhisselâm) başka Müslüman olmadığına göre bu muhakeme küfür düzeninde olmuştur. Firavun o zamanki tağut düzeninin


1592 Kurtubi, Tefsir: c. X, sh. 180-190 1593 Şirbinî, el-Muğni: c. VII, sh. 120


başı, hakimleri atayan istediği kanunları çıkaran iptal eden bir kişi huzurunda gerçekleşiyor bu olay. Ve Yusuf (Aleyhisselâm)'ın aklanması ve kadınların muhakeme edilmesi de bu düzende olmuştur. Size göre şeriata muvafik bir hüküm dahi olsa tağuta muhakeme şirktir. Sonuçta Müslümanların olmadığı bir düzende hâkimin tağut vasfının haiz olup olmadığını tartışmak saçma olur. Velev ki diğer ihtimalleri kabul etsek bile bu ihtimalin de var olduğunu nakleden müfessirlerin size göre kafir olmaları gerekir. Zira bu müfessirler bu ihtimalin küfrü mucib olduğu için merdüd olduğunu söylememişlerdir. Öyleyse bunun küfrü mucib olduğu gibi bir safsataya inanmadıkları için size göre onların da kafir olması gerekir. Azizin karısı da suçunu mahkemede itiraf ediyor. Yûsuf (Aleyhisselâm)'in hainlik etmediğinin ortaya çıkması için böyle yaptığını açıklıyor. Bu hususta da Yûsuf Sûresi'nin ilgili ayetlerinin 50-53 ayetlerin tefsirlerine bakılabilir. Bakın, sözü geçen ayetlerin tefsirlerinde Hazreti Yûsuf (Aleyhisselâm) kraldan o kadınları mahkeme etmesini talep ettiği ve kendisinin de savunma yaptığı yönünde açıklamalar vardır.


Bu Mahkemeler İçin Savunma Amaçlı Avukat Tutmak Caizdir.


Allah şöyle buyuruyor. "İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: Efendinin katında beni hatırla. Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Hazreti Yûsuf) zindanda kaldı.” (Yûsuf 42) Bu ayette Hazreti Yûsuf Müslüman olmayan birine;


"Efendinin yani hükümdarın yanında beni an” diyor, işte bu söz avu- kat tutmaya delildir. Eğer denilirse ki “avukata vekalet vermek caiz değildir, çünkü avukat iman etmemiştir" Biz de deriz ki “Hazreti Yûsuf'un vekalet verdiği kişi de Müslüman değildi”. Ayrıca bu vekalet ve velayet konusunu da daha önce resmi nikâh konusunu açıklarken delilleriyle yazmıştık.


Eğer, “konu vekalet değil, bu meselede tağutların kanununu ve hük- münü kabul etme vardır" denilirse, biz de "bunu iddia ederken delilin nedir, delilini getir" deriz. Çünkü gayri İslami yönetimlerde bazı kanun- lardan yararlanılabilir. Mekke'deki himaye ve hilfu’l-Fudul kanunları gibi. Bilin ki Hazreti Yûsuf'un zamanındaki o kral da onun kanunları da İslâm değildi. Yusuf Aleyhisselâm, kafir bir toplumda kendini savunmakta, birileri ona şahitlik yapmakta ve sonunda da beraat etmektedir. Bundan daha açık olanı ise, Yusuf Aleyhisselâm'ın hapishanedeyken yaptığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:


"Onlardan, kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: 'Beni efendinin ya- ninda an. Yusuf /42


Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm Kafir olan ve küfür kanunları ile hük- meden Mısır kralına, kendisini hatırlatacak ve haksız yere mazlum olarak hapishaneye atıldığını bildirecek bir nevi savunma yapacak birini gön- dermiştir. Belki onu hapisten çıkaracak, mağduriyetini giderecek ve hapis- haneye atıldığı suçlamadan beraat ettirecek ümidiyle bunu yaptı. Bu nedenle Yusuf Aleyhisselâm, kendisine gelen elçiye şöyle dedi:


"Efendine dön de ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru neydi' diye sor." Yusuf /50


Yusuf Aleyhisselâm, kafir krala, suçsuz olduğunu göstermek için uğradığı haksızlıktan şikâyet etmekte ve mağduriyetini dile getirmektedir. "Mahkemeye başvurmak hangi durum ve şartta olursa olsun küfürdür” ve "savunma yapmak, davayı temyiz etmek ve avukat tutmak küfürdür" diyen- ler, konuşmalarında ya da yazılarında özellikle Hazreti Yûsuf Sûresi'nin delil olmayacağını iddia edip bu Sûreyi delil gösterenleri alaya alıp kınar- lar. Kendilerine verilecek cevabın ne olduğunu bildiklerinden ama bu delil- lere verebilecek ilmi bir cevapları olmadığından, çareyi konuyu sulandırıp kendileri gibi düşünmeyenlere çamur atmakta bulurlar. Bunlar yazılarında bilgisiz insanları kandırmak için, ilimden uzak ama sloganik, duygusal ve cazibeli sözler sarf ederler. Eğer onların bu sloganik sözlerine kanmayanlar olursa, onları etkilemek için iddialarını güya ilmi imiş gibi süslemeye çalışırlar. Ama bunu yaparken de battıkça batarlar. Hazreti Yûsuf Sûresi'nin kissa, olduğunu Nisa Sûresi 60. Ayetinin ise kat‘i olduğunu, bu sebeple Yûsuf Sûresi'nin delil olmayacağını iddia ederler. Halbuki Nisa Sûresi 60. Ayet te kissa ve bu ayetin söz konusu hükme delaleti kat'i değildir. Bu taifedekiler kendi tezleri ile daima çelişirler.


Bu çelişkilerinden biri de şudur: Hazreti Yûsuf'un kadınları krala şikâyet etmesine "bu bir şikâyet değildir" derler. “Şikâyet değilse nedir?" dersin, tutarlı bir cevap veremezler. "Kralın o kadınları toplatip huzuruna çağırıp sorguya çekmesi mahkeme değil midir?" dersin; "Hayır, bu mah- keme değildir" derler. "Ya nedir?" dersin; yine tutarlı bir cevap vere- mezler. "Kralın mahkeme yetkisi yoktu, kral o kadınları mahkeme için değil öylesine çağırdı" gibi delilsiz, mesnetsiz hatta akıl ve mantıktan çok uzak iddialarla bu Hazreti Yûsuf kıssasını delil olarak kabul etmezler. Halbuki kralın kanunu iptalistemediği hiçbir şey olmaz. Kanun koyan kraldır, koyduğu eden de yine kraldır. Tağutun mahkemelerinin reisi kralıdır.


Muhammed Zahid el-Kevseri'ye Atılan İftiralara Cevaplar


Bazı internet sitelerinde, meydanı boş gören bilgisizler takımı geçen asrın büyük âlimi merhum Muhammed Zahid el-Kevserî'ye iftiralar atan yazılar neşrediyorlar. Bu müfteriler, iftiralarını desteklemek için kaynak göstermekten de çekinmiyorlar. "Ne de olsa kimse gidip kaynaklara bakmaz” diye düşünen müfteriler, bakalım yalan ve iftiraları açığa çıkınca ne yapacaklar?


İmam Kevserî'nin yerle bir ettiği son asırdaki Mücessime ve Müşebbihe artıkları, günümüzde mevcut cehalet ortamından faydalanarak insanları Kevserî'nin eserlerinden uzak tutmak maksadıyla işbu iftiraları atmakta- dırlar. Çünkü Kevserî'nin eserleri çağdaş Mücessime fırkasını son derece rahatsız edici, susturucu ve müdellel bir mahiyete sahiptirler. Önce Arap dünyasında Kevserî'ye dair yazılmış iftira dolu bir yazı Türkiye'deki Mücessime firkası mensuplarınca tercüme edilmiş ve birtakım sitelerde neşredilmiştir. Bundan sonra da çeşitli internet sitelerinde dolaşır olmuş- tur. İşte bir internet sitesinde yayınlanan bir yazı ve attığı iftiralara ce- vaplarımız:


İmam Kevserî Büyük Sahâbî Enes b. Mâlik'e 'Bunak' mi Dedi?


Müfterî: "Zahid el-Kevserî'nin Makâlât'ında Sahabe hakkında söyle- diği sözlerle başlayalım! El-Kevserî, Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'in sahabelerine dil uzatan, hakaret eden birisidir; büyük Sahabi Enes b. Mâlik'e (Radiyallahu anh) "bunak” diyor. Büyük sahabi Enes'in fıkıh bilmediğini, fakih olmadığını iddia ediyor." "1594


Enes, en çok hadis rivayet eden, en alim ve en fakih olan Saha- belerdendir. Bütün ümmet bunda ittifak etmiştir. Oysa Kevserî kalkmış Enes'e "bunak" diyor, "fakih değildi” diyor. Selef imamları da der ki, eğer Sahabelere dil uzatan birini görürseniz, bilin ki o, bid'at ehlidir, sapıktır. Allah Rasûlü (Sallallahu Aleyhi ve sellem) de, Sahabelere dil uzatanlara lanet etmiştir.


1594 et-Te'nib, s. 117; et-Terhib, s. 332.

1595 Fertût: Bunak'ın Farsçası. 1596 Hüseyin Kâzım Kadri Bey, Türk Lüğatı: II, 800 1597 Kevserî, Te'nîb: s. 117

1595 "Bunak" ne demektir? ("Bunamak: Çağatay (lehçesi) bön, yani şaşkın ve sersem olmak. Bunamak; ihtiyarlayıp, ma'tüh (aklı kıt) ve fertût ol. mak, ateh (akil noksanlığı) getirmek, fersûdeleşmek (eskimek, aşınmak, yıpranmak, Lügat-1 Nâcî). 1596


Enes (Radiyallahu anh)'e "bunak" diyene de, Imam Kevseri'ye bu ifti- rayı atana da Allah (Celle Celâluhů) adaletiyle muâmele etsin! Meydanı boş bulunca, nasıl da Kevserî'ye iftira atıyorsunuz. Siz, hitap ettiğiniz câhil kit- lenin verilen kaynakları okuyamayacağını, ufak tefek okuyanların da mas- lahat icabı iftiraya sessiz kalacağını nasılsa biliyorsunuz. Ama biz belki iyi niyetli birinin işine yarar maksadıyla, o kaynakların basılmış halini ve bir kısmını tercümeleriyle vereceğiz:


Kevseri ne dedi:


"Enes yaşlılığı zamanında ridh'ı/belli olan paydan başka bir mal ver- meyi rivâyet etmekte tek kalmıştır. Nitekim o, Katâde rivâyetinde deve sidiklerini içme rivayetinde ve Uranilerin cezalandırılması hikâyesini rivâyet etmekte tek kalmıştı. Ebû Hanife'nin görüşünden biri de, Sahabe âdil, Allah'dan (Celle Celâluhů) korkan, dindar ve yalan söylemeyen kimseler ise de, okur-yazar olmamaktan kaynaklanan zabtı az olmak ve yaşlılık gibi şeylerden masum değillerdir. Rivâyetlerin çelişmesi halinde, yanılmış olmak zan mahallinden uzak kalmak için, Sahabenin fakih olanının rivâyeti fakih olmayanının rivayetine, yaşlı olmayanın rivayeti de yaşlı olanın riva- yetine, tercih edilir." 1597


Kevserî, Yemânî'nin et-Tenkîl'inde "Kevserî Enes (Radıyallahu anh)'e ve Hişâm b. Urve'ye ta'netmekle haddi aştı. Hatta ona yalan isnad etti." şeklindeki sözü münasebetiyle şöyle diyor: "Bu sözü, onun/Yemânî'nin, yolunda olduğu davada en açık iftiraları söylemekten (bile) kaçınma- yacağının en açık delillerindendir. Çünkü bu, iki tarafıyla da diğer iftiraları gibi apaçık bir batıldır. Zirâ benim Enes (Radıyallahu Anh) hakkında en çok yaptığım, Ebu Hanife'nin mezhebinin onun rivayetlerinden bazılarını seçmek olduğunu nakletmektir. Bu da ilim sahiplerinin kitaplarında meş- hûrdur. Bunda Enes'e bir ilişme yoktur. Yaşın büyük olması yaşayacak olanlar için kaçınılamayacak bir husustur. Yaşlılık, kişinin hafızasını gençlik zamanında olduğu gibi bırakmasa da Allah'ın nimetlerindendir..."Bu sözlerden 'bunak' sözünü anlayabilmek için gerçekten bunak veya hâin bir iftirâcı olmak gerekmez mi?" 1598


İmam Kevserî Muâviye İbnu'l-Hakem'e hakaret mi etti?


Müfterî: Aynı El-Kevserî: büyük sahabi Muaviye b. Ebî'l-Hakem'e (Radıyallahu Anh) de dil uzatır, ona hakaret eder. Bu sahabi için, onun fakih olmadığını ve onun namazda konuşacak kadar (cahil) olduğunu söyler, belasını bulmuş biriydi, hadisleri mana ile rivayet ederdi, der. 1599


CEVAP


Evvela sahabinin ismini düzeltelim: "Muaviye b. Ebi'l-Hakem" değil, "Muaviye İbnu'l-Hakem. "Hangi "talikât?” Bu dolduruşa gelmiş bir kimsenin tutumudur... Kevserî gösterilen yerlerde (s. 94)'de "Câriye Hadisi" diye bilinen rivâyetin sened ve metin bakımından muztarib/çelişik bir rivâyet olduğunu, büyük bir muhaddis dirâyetiyle ortaya koymaktadır. Cesaretiniz varsa, buranın metnini, o “kafasını bulandırmayalım” bahanesiyle uyut- maya çalıştığınız adamlarınıza doğru bir şekilde tercüme edin de, karanı onlar versinler, olmaz mı?


Kevserî, Tebdîdü'z-Zalâm'ının 95. sayfasında Muâviye hakkında sa- dece şöyle diyor:


"Hâdiseyi anlatan Muâviye, Sahâbenin fakihlerinden değildi. Tahkikte bu hadisten başka rivâyeti de yoktur. Aksine o, namaz hakkında konuşan bir Arâbî idi." Bununla ondan çok daha ileri olan Sahâbe'nin mekân bildirme- yen rivâyetlerinin, onun rivâyetine tercih edileceğini, değilse "eyne" / nerede?" sözünün “şanı ve rütbesi" manasında olduğunu söylemektedir. Bunda hangi hakaret vardır? Bir mü'min böyle bir iftirâya nasıl cesaret edebilir? Yine, el-Makalât (s.349)'da bu iftirâlardan hiçbirisi bulunmadığı gibi, Muâviye hakkında da tek bir söz söylenmemiştir.


Bu kaynakta sadece şöyle denilmektedir: "Eyne/nerede?" suâli hak- kında gelen câriye hadisine gelince, senedinde ve metninde iztirâb vardır. Nitekim ben, bu iztirâbı İbnu'l-Kayyim'in en-Nûniyye'sinin reddinin (es-


1598 Kevseri, et-Terhib: s. 332 1599 Ta'likat, s. 421; Tebdil ez-Zalam, s. 94; el-Makalat, s. 349.


Seyfu's-Sakil'in) Tekmile'sinde (s.90-95) ve el-Esmâ ve's-Sifât üzerine yap- tığım Tâ'lik'de şerhettim. "Burada bu iddiaların hangisi var ey müfterî!


Müfteri: Bütün bunları, onun rivayet ettiği Müslim hadisini inkâr et- mek için yapar. Çünkü Muaviye b. Ebî'l-Hakem, Müslim'de gelen cariye hadisinin sahibidir. Bu hadiste, cariye, Allah'ın gökte olduğunu söyler ve Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) onu tasdik eder. O cariye için “bu, mü'minedir" der. Sahih Müslim, Kitabü'l Mesâcid, ki Ehl-i Sünnet ve'l- Cemâat itikad olarak Allah'ın (Celle Celâluhû) gökte olduğunu kabul et- mektedir.


CEVAP


Allah'a (Celle Celâluhû) adres arayıp göstermek ve onun mekân ma- nasında olarak göklerde olduğu inancı, Ehl-i Sünnet'in görüşü değildir. Ebû'l-Ferec İbnu'l-Cevzî, Def'u Şübehi't-Teşbîh'inde sergilemektedir. İs- terseniz onu bir okuyun, olmaz mı? Hem Kevserî, sizin iddia ettiğiniz gibi, bu hadisi temelden inkâr etmiyor, mekân manasında olmayan lafızlarını kabul edip, mekân manasında olanları şâzz kabul ediyor ve bu vasfıyla Allah'ın (Celle Celâluhû) sıfatlarında delil olamayacağını söylüyor, o kadar. Şâzz olmanın isnâdın sahihliğine mânî olmayacağını öğrenip de gelin, olmaz mı? İmâm Kevserî fakih olmayan Sahâbîlerden hadis almıyor muydu?


Müfterî: "Aynı el-Kevserî, Ebû Hüreyre gibi, Enes gibi bazı büyük sa- habelerden hadis almaz. Onların fakih olmadığı, sadece muhaddis olduğu gerekçesi ile" 1600


CEVAP


Burada da bir iftirâ var. Kevserî, verilen kaynakta sadece fakih veya daha fakih olan ravinin rivâyetinin daha az fakih olan veya fakih olmayan ravinin rivâyetine tercih edileceğini söylemektedir. Bu hususta Hatîb el- Bağdâdî'nin El-Fakih ve'l-Mütefakkıh'ine -bakabiliyorsanız bir bakınız. Kevserî verdiğiniz kaynakta Enes'ten hiç bahsetmemekte, Ebû Hüreyre'den de fakihliği rivâyetinden öne alınarak şöyle söz edilmektedir: "Ebû Hanife'nin usûlünden biri de, (rivâyetin kabûl edilmemesinin sebeplerinden birinin), râvinin yaptığı rivâyetle amel etmemiş olmasıdır. Ebû Hüreyre'nin, köpeğin sudan içmesi sebebiyle, kabın yedi defa yıkanacağına dair olan rivâyeti gibi. Çünkü bu rivâyet onun fetvâsına terstir." Şimdi bu müfteriye soruyoruz: Burada şu iftiralarınızdan hangisi vardır? Tam aksine, bu kay- nakta Ebû Hüreyre'nin fakihliği ön plana çıkarılmaktadır... 1601


1600 et-Te'nib, s. 223. 1601 et-Te'nib, s. 223-224.




Müfteri: Kevseri İbn Huzeyme'yi cahil olmakla suçlar. Bu cehaleti ile böyle bir kitap yazmaması gerektiğini söyler.16 1602


CEVAP


Bu da ona yapılan bir iftirâ. Yukarıda da geçtiği gibi, Kevserî İbn Huzeyme'nin büyük bir fıkıh ve hadis âlimi olduğunu itirâf eder; lâkin, onun ilm-i kelâmı iyi bilmediğini itirâf ettiğini, muhaddislerin imâmlarından İmam Beyhakî'nin isnâdıyla yaptığı rivâyete dayanarak söyler. 1603


Hadis inkarcılarına karşı verilmesi gereken cevaplar deliller çok. Bu konuda eserler hazırlanmıştır. Kardeşlerimizin elinin altında buluması adına burada çok kısa olarak bir kaçını söylemek istiyorum.


HADİS İNKARCILARINA CEVAPLAR


Hadisleri inkâr edenlerin iddialarını tek tek çürütmek aslında müstakil bir kitap mevzusudur. Bu konuda eserler yazılmıştır. Bazılarından alıntı yaparak bir kardeşimiz bunlarla karşılaştığında, ayak üstü cevap verirken bilmesi gereken birkaç Ayet, hadis ve bilgiler hakkında kısaca bazı açıklamalarda bulunacağım.


İTİRAZ


Hadislerde bahsedilenlerin çoğu Kur'an'da yok. Ben Kur'an'daki ayet- lere itibar ederim


CEVAP


Günümüzde müctehid geçinen ilâhiyat patentli bir takım zevatin televizyon kanallarında koltuklarına kurulmuş vaziyette “Bize Kuran yeter" dediklerini görünce, aklımıza Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve sellem): “Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin ‘Bize Kur'an yeter.' diyeceği zamanlar yakındır." Hadîs-i Şerifi geliyor.


"Şunu iyi biliniz ki bana Kur'an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir


1602 Ta'likat, s. 267.


1603 el-Esmâ ve's-Sifât, s. 340. (Hüseyin Avni Hoca, Guraba dergisinden alıntı)


adamın 'Size Peygamberin Sünneti Hadisleri değil sadece şu Kur'an la- zımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!' diyecek bazı kimselerin gelmesi yakındır. Şüphesiz Allah Rasûlü'nün haram kıldığı şey, Allah'ın haram kılması demektir. "1604


Bu Hadis-i şerif -farklı nüanslarla- Kütüb-i Sitte ve diğer bazı kay- naklarda geçmektedir. 1605


Tirmizî'nin bir rivayeti şöyledir: "Dikkat edin! Sizden birinizi; emret- tiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaştığında -koltuğuna yaslanmış bir hâlde- 'bilmiyorum Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız derken)' bulmayayım."


Tirmizî, bu hadisin hasen-sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Tirmizi, İlim, 10).


Bu Hadisler, "Kuran bize yeter" diyerek Peygamber Efendimizin yaşantısını ve açıklamalarını yok sayanlara verilen bir ikaz ve uyarıdır. Bu durum, aynı zamanda bir mucizedir. Çünkü Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi tarihte ve günümüzde bunu iddia edenler çıkmıştır.


3) Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm Sûresi, 4)


O asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz (Necm Sûresi,


Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, (Ey Rasûlüm, bil ki) Biz seni onlar üzerine bekçi göndermedik!" (Nisâ Sûresi, 80)


"O (Rasul) onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehy eder; onlara iyi ve temiz olan şeyleri helal, kötü ve pis olan şeyleri de haram kılar.”( A'raf Sûresi, 157)


"Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh'tan korkun! Çünkü Allâh'ın azâbı şiddetlidir." (Haşr Sûresi, 7) "Bilmediler mi ki kim Allah'a ve Rasûlü'ne karşı koymaya kalkarsa, ona içinde sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur." (Tevbe Sûresi, 63)


1604 Müsned:4/130-133; Tirmizi, Ilm: no: 2660 1605 (bk. Ebu Davud, Sünnet, 5(6), Imaret, 33; Tirmizî, Ilim, 10; Ibn Mace, Mukaddime, 2; Darimi, Mukaddime, 49; Ahmed b. Hanbel, 2/367, 4/131-132, 6/8)



"Hayır öyle değil; Rabbine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. (Nisa Sûresi, 65)


Allah bu ve benzeri ayetlerde, Hz. Peygamber'e (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) haram ve helal koyma yetkisi verdiğini açıkça belirtiyor. Özellikle ikinci ayette Allah Teâlâ kendi ismi yanında Hz. Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve sellem) de ismini zikretmesi yapılacak bütün te'villerin yolunu kapatıyor. Şayet Allah'ın yasakladığı Peygamberin de yasaklamasına şart kilinsa, haşa- 'Rasul de beraber olarak yasaklarlarsa' diye anlaşılsa bu manasız olur. Tersi olsa, ‘Rasûlün yasakladığını Allah'ta sarahaten yasaklaması lazım' dense bu da anlamsız olur. Şu halde her ikisinin haram ve helal koyma yetkisiyle belirtilmesi daha ziyade Hz. Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve sellem) görevine yönelik bir emirdir. Bu açıdan Hz. Peygamberin bütün emir ve yasakları bu ayetin bir açılımı olup Tayyibat olanları emretmesi, Habais olanları da yasaklaması demektir.


Rabbimiz açık açık emrediyor. Bir müminin Allah'ın ve/veya Rasûlü'nün hükmettiği bir mevzuda kendi zevkine göre başka bir hüküm verme hakkı yoktur. Buna ‘kendi kafasından atma/uydurma' denir. Ayetler ve hadislerin hükümleri her bir Müslüman için bağlayıcıdır.


Hadisleri inkar eden kişi, aslında Kur'an'daki bu ayetleri inkar etmiş olur. Ayrıca Rasûlullâh'ı (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) devre dışı tutmak isteyen zihniyet, bilerek veya bilmeyerek dinin dörtte üçünün, Fikhin- Sünnetlerin ortadan kaldırılmasına yol açmaktadır. Geri kalan da şaibeli duruma düşer. Çünkü Kur'an'ın inişinden tutun kitap haline gelene kadar tüm bilgiler ve Hadisler Sahabeler yoluyla gelmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu Rasûlullâh'ın ve onun Sahabesinin beyanına göre belirlenmiştir. Mütevâtir haber bizde bilgi kaynağıdır. Siz bunu kabul etmiyorsanız o zaman oryantalistlerden farkınız nedir?


Kur'an'da zahir manasına göre birbiriyle çelişkili gibi gözüken ayetler var. Buna binaen Hristiyanlar ve ateistler Kur'an'ın çelişkili olduğunu ve dolayısıyla insan yazısı olduğunu iddia ediyorlar. Biz işin aslını (o ayetlerin çelişkili olmadığını) diğer ayet ve bu ayetleri bize açıklayan Hadisler, Selef uleması ve tefsir alimlerin sözleriyle anlıyoruz. Hadisleri inkar etmek, Hristiyanların ve ateistlerin Kur'an'ın çelişkili olduğunu zannetmesi gibi tartışmalarda yanlış anlaşılmalara sebebiyet verir. Ayrıca hadislerin bildirmesiyle bilinen itikadi meselelerden tutun da ibadetler ve fikhî meseleler gibi birçok konuda sonuca bağlanıp kitaplarda yerini almış olan hükümler iptal olup gider. Nasıl İtikad ve ibadet edeceğimizi bilemez hale geliriz.


Yüzyıllardır aktarıla gelmiş tüm dini bilgileri yok farz edin. Elimizde yalnızca Kur'an olduğunu düşünün. Yetmiş üç fırka değil, yedi yüz elli firka olurdu. Kur'an'da "namazınızı dosdoğru kılın" deniyor. Fakat tekbirden tutun da rekat sayıları, vakit bilgileri (girip çıkması açısından), RukÛ/ Secde tesbihatlarının şekli, vs. hiçbiri bilinmezdi. Bayram/Cumâ namazı, orucun/haccın şartları, zekâtın miktarı, nikah akdi, vs itikadi ve fikhî konuların hüküm ve esasları bilinmezdi. Herkes ayetlerin zahir manasına bakarak, kafasına göre bir ibadet, İtikad ve amel türü belirlerdi.


Cuma namazının nasıl olduğunu(mesela rekât sayısının iki oluşu) bize Peygamberimiz öğretmiştir. Yırtıcı hayvanların etinin helâl olmadığı, denizin suyunun temiz ölüsünün helâl olduğu, ehlî eşek etini yemenin haram olduğu gibi birtakım hükümler, Sünnet tarafından ortaya kon- maktadır.


Kur'an'ın hiçbir yerinde ezanın sözleri bulunmamaktadır. Bu konudaki açıklamalar bizlere Rasûlullâh'ın Hadîsleriyle gelmiştir ve Sünnet'iyle karar kılmıştır. Bu da Kur'ân dışında da vahiy geldiğinin açık delilidir. Mekke döneminin başından itibaren abdest alınıp namaz kılındığına göre; abdestin farz oluşu Peygamberimizin vefatına yaklaşık üç yıl kala sabit olmamıştır. Öyle olsaydı, Rasûlullâh'ın ve Ashabının o zamana kadar abdestsiz namaz kıldığı iddia edilmiş olurdu. Öyle olmadığına göre, abdestin farz oluşu Kur'an dışında bir vahiy ile Peygamberimize emredilmiştir.


Buna benzer daha yüzlerce mesele var. İşte bu duruma düşmememiz için Allah Teâlâ bize hem Kur'an'a hem de onu bize açıklayan Rasûlullâh'ın (Sallallahu Aleyhi ve sellem) sözlerine uymamızı emrediyor..


Sünnetin delil olduğunu inkar edip sadece Kur'an'la yetinmek ge- rektiğini iddia eden bu fâsid görüş sahiplerinin maksatları farklı farklıdır; Müsteşriklerin bâtıl görüşleri ve İslâm dışı cereyanlardır. Bu gurup aslında sadece Sünnete değil temelde her şeyiyle İslâm'ın bizâtihi kendisine karşıdır. Bunların esas amacı Müslümanların zihnine şüphe tohumları atmak, İslâm toplumlarının arasına fitne sokup onların birlik ve berberliğini yok etmektir. Evet ellerinden gelse bunu hemen yapacaklar, fakat karşılarında en büyük engel olarak bu Dînin Bânisi Muhammed Mustafa'yı (Sallallahu Aleyhi ve sellem) buluyorlar. Öyleyse yapılacak şey, ilk adım olarak bu engeli ortadan kaldırmak ya da en azından O'nun ümmet nezdindeki sarsılmaz otoritesine gölge düşürmek.


Fakat, bunu yaparken doğrudan o yüce şahsiyetin kendisini hedef alsalar foyaları meydana çıkacağından, saldırılarını O'nun şahsı üzerinden değil de, Sünnet ve Hadis üzerinden yapma yolunu seçmişler. Bu arada, az önce bahsettiğimiz birinci gurubun tavrından da faydalanıp, bir takım sûnî tartışmalarla Müslümanları sünnet hakkında şüpheye düşürme gayreti içine girmişlerdir. Böylece Sünneti Nebeviye'yi sıfırlayarak, akıllarınca böyle bir yöntemle Rasûlullâh'ı (Sallallâhü Aleyhi ve sellem) devreden çıkaracaklar. Peki sonra ne olacak?


İslâm âlimlerinin Kur'an'ın tefsiri olarak kabul ettikleri “Sünnet sorununu❞ güya bu şekilde hallettikten ve bu engeli ortadan kaldırdıktan sonra sıra ikinci adıma, yani Kur'an'a gelecek!


Tabi Kur'an'ın gerçek yorumu olan sünnet devre dışı bırakılınca da bu gürûhun işleri artık kolaylaşmış olacak. Bundan sonra yapılacak iş, Kur'an'ın kendi arzularına göre yeniden yorumlanması ve tevil edilmesi... Bu dinsizleştirme operasyonunu yaparken hem foyalarının meydana çık- maması hem de gayet samimiymiş havası vermek için gayet şirin bir de isim bulmuşlar: "Kur'an'a Dönüş”, “Kur'an İslâmı” İşte bu maksatlarla işe başlayan bu güruh Kur'an'ı rahatça nefislerine uydurabilecekleri zehabına kapılarak, İslâm beldelerinde Ehli İmanın akidesini bulandırma gayreti içine girmişlerdir.


Rasûlullâh'ın (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) sözlerini bize aktaran sahabenin sözlerini kabul etmemek Kur'an'ı inkâr etmek olur. Çünkü Kur'an'ı toplayıp yazan, Mushaf haline getirip bize ulaşmasını sağlayan; Rasûlullâh'ın (Sallalllâhu Aleyhi ve sellem) hayatı, yaptıkları, sözleri, mücadelesi ilgili tüm bilgileri bize ulaştıran sahabedir. Sahabeyi devre dışı bırakıp sözlerini itibarsızlaştırırsanız Kur'an'ın meşruluğu tartışılır hale gelir ve tüm İslâm tarihi hakkındaki bilgilerin sorgulanmasına sebep verirsiniz. Anlayacağınız, hadis inkarcılığı altında daha büyük hesaplar vardır.


Hadis-i Şerifleri, güya sıhhatinden şüphe ettikleri için kabul etmeyen ve "Bize Kur'an yeter" diyerek sadece Kur'an'ın delil olduğunu iddia eden birtakım kimseler, her ne kadar Hadîs kabul etmiyorlarsa da işlerine gelince zayıf hadisleri bile kabul ederler. Mesela; ağızlarından düşürmeyip bu fikirlerine delil olarak ileri sürdükleri bir Hadîs-i Şerif vardır. Şimdi bu Hadîsin değişik tariklerle gelen bir iki rivayetini ve Hâdis âlimlerinin, bunların senetleri hakkındaki görüşlerini sizlere arz edeyim.


"Size Benden bir Hâdis geldiğinde bunu Kur'an'a arz edin; eğer bu Hadîsle ilgili Kur'an'da bir asıl buluyorsanız Hâdisi alın, bulamıyorsanız onu reddedin."


Hâdis inkarcılarının cankurtaran simidi gibi sarılıp kendilerine delil olarak aldıkları bu Hâdis hakkında Ukayli (Rahimehullah); "Bu Hadîsin sahih isnadı yoktur” der. Sağanî (Rahimehullah) ise "mevzûdur" der. 1606


Yine bu manada zikredilen bir başka Hadîs-i Şerif'te: "Bazı insanlar olacak, benden Hâdis rivayet edecekler. Size bir kimse Hadîs rivayet ettiğinde bu Kur'an'a muvafiksa onu Ben dedim. Kur'an'a muvafik değilse onu Ben demedim." Buyrulmuştur.


İmâm-1 Beyhaki bu hadisle ilgili olarak: "Bu zayıf bir isnattır, böyle hadislerle delil getirilmez." der.


İbnu Main, bu Hadîsi rivâyet eden Hüseyin b. Abdillah b. Dumeyre için "Sika ve güvenilir birisi değildir" demiştir.


der. İmâm-1 Buhârî de bu kişi için: "Hâdisi münkerdir, kendisi zayıf biridir"


1607 Ebû Zur'a ise "Hadîsi kıymet takdir edeceğim hiçbir ölçüde değil" demiştir. Bu Hadîsin diğer râvisi olan Bişr b.Numeyr içinde “sika değildir." Denilmiştir.


Bu Hadîs başka tariklerle de rivayet edilmiştir, lakin İmâm-1 Beyhaki bu rivayetler hakkında: “Bunların hepsi zayıf rivayetlerdir." demiştir.


Hadîs inkarcıları işlerine gelince Hadîs âlimlerinin kesinlikle delil kabul etmedikleri zayıf isnatlara bile sıkı sıkıya yapışırlar. Ama işlerine gelmedi mi Hadîs sahih de olsa, en muteber Hadîs kaynaklarında da yer alsa, inkar ederler. Bundan anlayacağımız üzere, bunların derdi kesinlikle üzüm yemek değil maalesef bağcıyı dövmektir.


4/59) "Eğer bir şeyde çekişirseniz onu Allah'a ve Rasûlüne götürün..." (Nisa,


1606 (Şevkani, el-Fevaidu'l-Mecmua 278, 291, el-Mekasidu'l-Hasene 36, Keşfu'l-Hafa No: 220, Mecmeu'z-Zevaid I/170) 1607 (Mizanu'l-l'tidal: II/302, Buhari, er-Tarihu'l-Kebir: IV/291)


Hadîs inkârcıları: "Biz Kur'an'a uyarız. Kur'an bize yeter." diyorlar. Biz de onlara diyoruz ki: Madem siz Kur'an'a uyuyorsunuz, o halde Nisa suresi 59. ayetin emrine itaat etmelisiniz. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur:


Eğer bir şeyde çekişirseniz, onu Allah'a ve Rasûlüne götürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Bu daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir.


Manaya bir daha dikkat kesilelim:


"Eğer bir şeyde çekişirseniz, eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onu Allah'a ve Resulüne götürün. Bu daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir."


Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım.


Ayeti kerimenin başında şöyle buyrulmuş: Eğer bir şeyde çekişir- seniz... Bu beyan, bizimle hadis inkârcılarının arasındaki durumu anlat- maktadır. Bizler onlarla birçok ameli ve itikadi meselede çekişiyoruz. Peki, ayet-i kerime bu durumda ne yapmamızı emrediyor? Onu Allah'a götürün, diyor. Allah'a götürmek, herhalde miraç yapıp Arş-ı Ala'ya çıkmak ve Allah'ın tecellisine mazhar olarak meseleyi Allah'a sormak değildir. Allah'a götürmek, meseleyi Allah'ın kitabı olan Kur'an'a götürmektir. Yani hasmımızla aramızda Kur'an'ı hakem yapmak ve Kur'an'ın dediğine tabi olmaktır.


Bizler meselelerimizi Kur'an'a götürdük. Meselelerimizi ispat için bizler Kur'an'dan ayetler gösterdik, hadis inkârcıları da Kur'an'dan ayetler gösterdiler. Biz, "Siz ayetlere yanlış mana veriyorsunuz." dedik, onlar da: "Yok, siz ayetlere yanlış mana veriyorsunuz." dediler. Aramızdaki ihtilaf ve çekişme hala devam ediyor. Kim haklı kim haksız ortaya çıkmadı.


- Peki, bu durumda ne yapacağız?


Nisa suresi 59. ayet yapmamız gerekeni şöyle beyan eder: Onu Resule götürün. Yani Allah'ın kitabı aranızdaki çekişmeyi halledemediyse, hala çekişip ihtilaf ediyorsanız, bu durumda o meseleyi Râsul'e (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) götürün.


Allah'a götürmek, kitabı olan Kur'an'a götürmekti. Peki, Râsûle götür- mek ne? Fiziki olarak Peygamberimize gidip kapısını çalıp meseleyi direkt sormak mı? Hayır, böyle değil. Peygamberimize götürmekten maksat, Onun



hadis-i şeriflerini hakem yapmaktır. Eğer ihtilafımızı Kur'an halledemiyorsa meselemizi Hadîslere götürmeliyiz. Bu, Kur'an'ın emridir. ki:


Peki, bu emre kim boyun eğer? Ayetin devamı buna işaret eder ve der


Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız.


Yani eğer Allah'a ve ahirete imanınız varsa, meselenizi önce Kur'an'a götürür ve Kur'an'ı hakem yaparsınız. Eğer Kur'an meselenizi çözemediyse ve hala inatlaşıyorsanız, o zaman meselenizi Rasûlullâh'a (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), yani Onun hadis-i şeriflerine götürürsünüz. Böyle yapmanız imanınızın alametidir. Manayı muhalifiyle, eğer Kur'an'a ve Hadislere götürmüyorsanız Allah'a ve ahiret gününe imanınız yoktur.


Bu beyanlardan sonra, şimdi Hadîs inkârcılarına bir çift sözümüz var:


Şimdi Hadîs inkârcılarına diyoruz ki, aramızda şefaat, tevessül ve kabir hayatı gibi birçok meselede ihtilaf ve çekişme var. Bizler bunların hak olduğuna inanırken, sizler bunları batıl kabul ediyorsunuz. Yapmamız gereken, Nisa suresi 59. ayetin emriyle amel etmek ve meselelerimizi ilk önce Kur'an'a götürmektir.


Meselelerimizi Kur'an'a götürdük. Bizler bunların hak olduğuna dair ayetleri delil gösterirken, sizler de kendinize göre yok olduğuna dair deliller gösterdiniz. Aramızdaki ihtilaf hâlâ devam ediyor. Peki, şimdi ne yapacağız? Yapmamız gereken, Nisa suresi 59. ayetin hükmüyle amel edip meselemizi Peygamberimize götürmektir.


Şimdi biz onlara: "Gelin, meselemizi Peygamberimize, yani Onun Hadîslerine götürelim." dediğimizde, onlar bize: "Yok, biz Peygamberimize götürmeyiz, Hadîslerine itibar etmeyiz. Kur'an bize yeter, biz ancak Kur'an'la amel ederiz." diyorlar.


İyi de siz Kur'an'la amel etmiyorsunuz ki. Kur'an size, meselenizi Rasûle de götürün, yani onun sözlerini, Hadîslerini de aranızda hakem yapın diyor. Siz ise Kur'an'ın bu emrine muhalefet ediyorsunuz. Hani siz Kur'an'a uyuyordunuz? Sizin Mushaf'ınızda Nisa suresinin 59. ayeti yok mu?


Gördünüz mü, Hadîs inkârcıları Nisa suresi 59. ayeti nasıl çiğniyorlar. Bir de "Kur'an'la amel ederiz." diyorlar. Hadi amel etseler ya, ama etmezler, edemezler.


Diğer bir ayet: "Peygamber size her neyi verdiyse onu alın. Ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin." (Haşr, 59/7)



Hadîs inkarcılan: "Biz Kur'an'a uyarız. Kur'an bize yeter." diyorlar. Biz de onlara diyoruz ki: Madem siz Kur'an'a uyuyorsunuz, o halde Haşr suresi 7. ayetin emrine itaat etmelisiniz. Bu ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmuştur:


Rasûl size her neyi verdiyse onu alın, ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin.


Manaya bir daha dikkat kesilelim:


"Peygamber size her neyi verdiyse onu alın. Ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin.”


Şimdi bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım:


Ayeti kerimenin başında şöyle buyrulmuş: Peygamber size her neyi verdiyse onu alın. Bu beyanla, sadece Kur'an'ın emrettiklerini değil, Peygamberimizin de bütün emirlerini almamız, yani bu emirlere uymamız emredilmektedir. Kur'an'ın emirleri buna dahil olduğu gibi, Sünnetin emirleri de buna dahildir.


Ayetin devamında, Ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin, buyrulmuş. Yine bu emre, Kur'an'ın yasakları dahil olduğu gibi, sünnetin yasakları da dahildir.


Şimdi, hadislerdeki emir ve yasaklanı kabul etmeyip, "Biz sadece Kur'an'a uyarız." diyenlere diyoruz ki: Bakın, ayeti kerime şöyle değil: "Kur'an size neyi verdiyse onu alın. Ve size neyi yasakladıysa ondan vaz- geçin.” Ayet, “Peygamber size neyi verdiyse onu alın. Ve size neyi ya- sakladıysa ondan vazgeçin” şeklinde. Eğer biz sadece Kur'an'ın emir ve yasaklarına muhatab olsaydık, “Kur'an size neyi verdiyse onu alın..." şek- linde olurdu. Lakin böyle olmamış. Böyle olmaması da ispat eder ki, bizler, Hz. Peygamberin (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) hem Kur'an yoluyla, hem de Sünneti yoluyla emrettiği ve nehyettiği her şeye muhatabız.


Bu makamda şu izahı da yapmak istiyoruz:


Bazı kimseler bu ayetin sadece fey hakkında nazil olduğunu söyleyip, "Sadece fey hakkında verdiğini alın, yasakladığından vazgeçin." diyerek, ayetin ifade ettiği umumiliği reddetmektedirler. Fey, düşmanla muharebe bittikten sonra, Islamiyet'i kabul etmeyenlerden sulh yoluyla veya zorla alınan mallardır. Harpte zorla alınan mala ise “ganimet" denir.


İşte bazı kişiler, ayetin üst kısmı fey hakkında olduğu için, "Pey- gamber size her neyi verdiyse onu alın. Ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin." ayetinin, sadece fey hakkında olduğunu söylemektedirler. Onlara göre, Hz. Peygamber (asm)'in fey hakkında verdiği hükmü alma- lıymışız; ama diğer sözlerine uymak zorunda değilmişiz. Onların bu batıl sözlerine karşı üç sözümüz var.


Birinci sözümüz şu: Arapçada veedatları arasında şöyle bir mana farkı vardır: edatı, bütünü ifade eder. edati ise, teb'iz edati olup parçayı ve bir kısmı ifade eder. Eğer ayeti kerime “mâ” edatıyla değil, "min" edatıyla gelseydi, manası şöyle olurdu: “Râsûlün size verdiğinin bir kısmını alın ve sizi nehyettiği şeylerin bir kısmından vazgeçin."


İşte "min" edatı, ayete bu manayı verirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman, "Biz sadece Peygamberin fey hakkındaki sözüne uyarız, diğer sözlerine uymayız." diyenlerin söyleyecek bir sözü olurdu. Lakin ayet-i kerime, parçayı bildiren "min" ile değil, bütünü bildiren “mâ” ile gelmiş: "Peygamber size her neyi verdiyse bütününü alın. Ve size neyi yasakladıysa tamamından vazgeçin!” İşte "mâ” edatının manaya etkisi budur. Bu durumda, Efendimizin fey hakkındaki sözü “mâ” edatına dahil olduğu gibi, diğer bütün sözleri de bu edata dahildir. Ve hepsini almamız gerek- mektedir...


Bu husustaki ikinci sözümüz şu: Usul-ü fıkıhta bir kaidedir ki: Ayetin iniş sebebinin hususiliği hükmün umumiliğine engel teşkil etmez. Yani bir hüküm, hususi bir olay üzerine inmiş olsa da bu hüküm umumi kabul edilir. Eğer böyle olmazsa, İslam'ın neredeyse bütün hükümlerini yok saymak zorunda kalırız. Zira Kur'an'ın birçok hükmü, hususi olaylar üzerine inmiştir. Eğer o hükümleri, sadece o olayla sınırlayıp, "Başka yerde hükmü geçmez." dersek, o halde Kur'an, sadece o asra inmiş bir kitap olur.


İşte bu sebepten dolayı, Peygamber size her neyi verdiyse onu alın. Ve size neyi yasakladıysa ondan vazgeçin, ayetinin fey hakkında inmiş olması, bu hükmün sadece fey hakkında olduğu neticesini vermez. Hüküm umumidir. Peygamberimizin her verdiğini almalı ve her nehyettiğinden kaçınmalıyız.


Bu husustaki üçüncü sözümüz de şu: Bütün alimler ve müfessirler, anlattığımız iki sebepten dolayı hükmün umumiliğine hükmetmişlerdir. Bütün alimlerin ittifak ettiği bir meselede onlara muhalefet etmek, ehli aklın kârı değildir. Mesela, "İmamların Güneşi” lakabıyla meşhur Fahred- din-i Razi Hazretleri bu ayet hakkında şöyle der:

"En güzel olan mana, bu ayetin, Resulullah'ın verdiği, emrettiği ve nehyettiği her şeye şamil bir hüküm olmasıdır. Bununla beraber, fey ile ilgili hüküm de bu umumiliğe dahildir."


Bütün bu izahlardan sonra, şimdi hadis inkarcılarına bir çift sözümüz var: "Biz Kur'an'a uyarız. Kur'an bize yeter." diyorsunuz. Peki, Haşr suresinin 7. ayetini hiç okumuyor musunuz?.. Bu ayetin emriyle niçin amel etmiyorsunuz? Ayet-i kerime diyor ki: “Peygamber size her neyi verdiyse onu alın. Ve size neyi yasakladıysa ondan vazgeçin."


Siz niçin Peygamberin verdiklerini almıyor ve nehyettiklerinden vazgeçmiyorsunuz? Siz Kur'an'a uyduğunuzu iddia ediyorsunuz, lakin Kur'an'dan hiç nasibiniz yok, Kur'an'ı hiç anlamıyorsunuz. Eğer anlasaydınız, Rasâlullâh'ın Sünnetine ve Hadîslerine muhalefet etmez ve ayetin emrettiği gibi, o Sünnetin size verdiklerini alır ve nehyettiklerinden vazgeçerdiniz.


İtirazcıların itirazından bir örnek verelim:


Hadis inkarcıları, bazı hadis-i şerifleri Kur'an'a uymadıkları gerekçesiyle kabul etmediklerini söylüyorlar. Kur'an'da zina eden kadın ve erkeğe 100 kırbaç denilirken Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) -evli oldukları takdirde- taşlanarak öldürülmelerini söylüyor. Hadis inkarcıları "bu Kur'an'a terstir, biz burada Kur'an'a uyanız” diyorlar. Kur'an'daki 100 sopa âyeti bekârlarla; recm ise evlilerle ilgilidir. Burada şöyle bir itiraz olabilmektedir;


İTİRAZCI


Nisa süresi 25 ayette muhsan ("namuslu" ve "evli") kadınlar olanlara verilen cezanın yarısı öngörülüyor. Şayet evli cariyelerin cezası recm olsaydı, ölümün yarısını uygulamak anlamına gelir ki bu, mümkün değildir. O halde recm yoktur.


CEVAP


Nisa süresi 25 ayette Evli cariyenin zina yapması halinde kendisine verilecek cezanın, hür kadınlarınkinin yarısı kadar olması müfessirleri ve fıkıhçıları, burada "hür” diye tercüme edilen muhsanât kelimesiyle ilgili farklı yorumlara sevk etmiştir. Eskilerin büyük çoğunluğu burada kelimeyi, "evli kadın" değil, "bekâr olan hür kadınlar" manasında anlamışlardır. Böyle kadınların zina yapmaları halinde cezaları yüz sopadır, cariyelere ise elli sopalık ceza uygulanacaktır. Muhsanât kelimesinin "namuslu" ve "evli" kadınlar manasında da kullanıldığı bilinmektedir. Burada kelimeye "evli



kadın" manası vermeyi engelleyen karîne, evli kadınların zinasına uygu- lanan recim cezasının bölünemez oluşudur. Bu ceza Kur'an-ı Kerîm'de yoktur. Meseleye Kur'an içinde kalarak çözüm getirmeyi tercih edenler burada da muhsanât kelimesini “evli kadın" diye anlamış ve onların zina cezasının da yüz sopa olacağına bu âyeti delil olarak göstermişlerdir. Bekâr hür kadınlara 100 değnek! cezası uygulanır. Evli olsun bekâr olsun cari- yelere ise bekâr hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı, yani 50 değnek cezası vardır.


İtirazcıların getirdiği diğer ayet te Ahzab Suresi 30. ayettir. İTİRAZCI


Ahzab 30. Ayette "hür kadınların iki katı ceza" deniliyor. Peygamber hanımları zina ederse iki defa öldürülmeleri olmayacağına göre hür kadınlara verilen 100 sopa cezanın yarısı kast ediliyor. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere recm yoktur.


CEVAP


Ey Peygamber eşleri! Sizden kim açık bir hayasızlıkta terbiyesizlik yaparak huzurumuza gelecek olursa, onun (öteki dünyadaki) azabı, (başka günahkarların azabının) iki katı olur, bu Allah için kolaydır. (Ahzab Suresi, 30)


Yine sizden her kim Allah'a ve Rasûlü'ne boyun eğer, salih bir amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Hem onun için (cennette) bol bir rızık hazırlamışızdır. (Ahzab Suresi, 31)


Birincisi bu iki ayette de açık olarak zina kast edilmiyor. İkincisi Allah Teala'nın kast ettiği azap Ahzab Suresi 31. ayetinde ifade edildiği gibi ahiretteki azaptır, dünyadaki değil. Sap ile samanı ayıramayıp kafasına göre tevil/yorum/zan yaparak hüküm verenin düşeceği durum budur.


Bir Müslümanın burada yapacağı iki şey var: Ya günümüzde bazı kendi akıl ve mantığına göre yorum yapan, nefsine mağrur din adamı kılığında insanlara uyarak "Kur'an bize yeter" ya da "Kur'an ile hadis çeliştiğinde biz Kur'an'a uyarız” ben bu konuda Rasûlullâh'a uymuyorum" diyecek,


Ya da Ubâde bin Sâmid'den (Radiyellâhu Anh) rivayet edilen Rasûlullâh (Sallallahu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hükümleri benden alınız. Allah zina edenlere bir nizam vaz' etti: Zina eden bekarlara yüz sopa ve bir sene sürgün, zina eden evlilere ise yüz sopa ve recm. "1608


1608 (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi. 64)


Diyen Rasûlullâh'ın (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) bu hükmünü kabul edip tatbik eden Sahabe, Tabiin, Tebeu't-Tabiin, Selef uleması, dört mezhep imamları ve bu zamana kadar gelmiş Ehl-i Sünnet ve hatta Ehl-i Sünnet dışı bazı fırkaların alimlerine uyarak “Bekâr hür kadınlara 100 değnek, evli olanlara da recm cezası uygulanır!" diyecektir.


Aklına, mantığına, nefsine mağrur bu şahıslara yukardaki ayet ve hadisleri bir daha okumalarını ve kendilerini nereye yerleştirdiklerini düşünmelerini salık veriyoruz. Allah Teâlâ ayetle bekârların, Rasûlü de Hadîsi ile evlilerin hükmünü vermiş; bu kadar basit!


NETİCE


Dünyada Korona virüsü nasıl hızlı yayılıp insanların ölümüne sebep oluyorsa Müslümanlar arasındaki tekfir hastalığı da aynı şekilde yayılıp Müslümanların hem madden hem manen ölümüne, İslâm'ın bölünüp parçalanarak zayıf düşmesine sebep oluyor.


Korona hastalığına karşı birçok tedbir ve önlemler alınmasına rağmen malesef tekfirci görüşlere karşı Müslümanların imanını koruyacak hiçbir tedbir alınmıyor. Bundan dolayı bu hastalık Müslümanlar arasında çok hızlı ve güçlü bir şekilde yayılıyor.


Eğer ilminiz az ise, eninde sonunda Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin görüşlerini kabul etmek zorunda kalırsınız. Çünkü getirdikleri ayetlerin ve hadislerin zahirine baktığınızda manalar doğrudur. Daha sonra bu ayet ve hadis üzerinden yaptıkları ilk ve ikinci yorumlar da doğrudur. Fakat ondan sonraki yorumları ve görüşleri yanlıştır, tuzaktır. Bu konuda bilginiz az olup tüm delilleri bilmiyorsanız ilk baştaki doğrularından dolayı kafanız karışır ve sonraki yanlışlarını fark etmeyip tuzağa düşersiniz. Daha sonra da tasavvuf düşmanı olup milyonlarca Müslümanı Allah için tekfir eden bir tekfirci olursunuz. Eğer bu kitapta olduğu gibi her iki tarafın en güçlü delillerini okursanız, sizi kolay kolay kimse kandıramaz. Bu kitabın genelinde tekfirci zihniyetin sahih/hasen hadislerin


ravilerine iftira atarak nasıl zan ve yorum yaptıklarını, muhaddislerin ra- viler hakkındaki olumlu sözlerini gizleyerek sahih/hasen hadisleri zayıf- latıp itibarsızlaştırmak için hadis kaidelerini nasıl silah olarak kullan- dıklarını gördünüz. İşlerine geldiğinde ayetlerin zahirine yapışıp te'vili kabul etmediklerini, bazen de ayetlerin zahirine uymayıp te'vil ettiklerini gördünüz.


Müşrikler hakkında inen ayetleri nasıl da hevalarına uyarak zan ve yorumlarıyla Müslümanlara uygulamalarını gördünüz. Sahih ve hasen hadisleri haksız yere -1999 yılında vefat eden hadisçileri Elbânî'nin hadisler hakkındaki tutarsızlıklarını kendilerine dayanak yaparak itibarsızlaştırıp yok hükmünde sayarak farkında olmadan tevessül ve istiğasede bulunan, Rasûlullâh'dan şefâat isteyen Sahabe'yi tekfir etme konumuna düştüklerini gördünüz. Elbânî yüzlerce hadise bir kitabında sahih, başka bir kitabında zayıf dedi. Yüzlerce raviye bir yerde 'sika' deyip başka yerde 'sika değil' dedi. Bunun gibi birçok çelişkileri ve hataları insanlara yanlış bilgiler vermesine sebep oldu.


Tasavvuf ehli ile onlara karşı çıkanların arasında tekfire sebep olan “ölü işitir mi işitmez mi? Ölüye Kur'ân okumak, tevessül, ta'zim, teberrük, istiğâse, şefâat, tespih çekmek, râbita, oy verme, tağuta muhakeme" konularında âyet, hadis ve âlimlerin görüşlerini yazarak aralarındaki ihtilâfları yumuşatmaya, birbirlerine olan bakışlarını tekfirden uzak, ılımlı bir düşünce oluşturmaya ve birlik beraberliği pekiştirmeye çalıştık. İlmimiz olmadığı için âlimlerimizin eserlerinden konuyla ilgili alıntılar yaparak Müslümanların birbirlerini tekfir etmemelerini sağlamak adına Hazreti İbrahimin'in ateşini söndürmeye giden karınca misali hizmet etmek istedik. Hiç şüphesiz ki "tekfir" bir Müslüman'ın ne bayraklaştırması ne de tamamen ilgisiz kalması gereken bir mevzudur.


Küfür ile ehl-i imân arasındaki sınırı tesbit etmek kolay bir şey değil- dir. Bu zorluk sebebiyledir ki bir kısım insanlar muhalifini hemen tekfir etme yolunu tutarken; bir kısım insaflı, mutedil ve aklıselim sahibi şahıslar da itidal yolunu tutmuşlardır. Hemen tekfire yönelen mutaassip ve taklitçi kişilerin bu işe yeltenmelerinin sebeplerinden ilki, başta kelâm ve fıkıh olmak üzere İslâmi ilimlerden haberdar olmamaları yani bilgisizlikleridir. Bilgisizliğin doğurduğu taassup ve taklit zincirini kıramayan şahıslar, müsamahadan uzaklaşmış ve tekfir yolunu tutmuşlardır.


İbn Teymiyye, bazı fetvalarında icmâdan, İslam âlimlerinin ittifak- larından ayrıldı. Bu farklı hükümler, İslâm'ı bölmek ve parçalamak isteyen din düşmanlarına malzeme oldu. Batılılar, yıllardır İslâm'ı bölmek ve Müslümanları birbirine düşürmek amacıyla kendi görüşünden başka düşünen herkesi kafir olarak gören tekfirci zihniyetleri desteklemişlerdir. İki tekfirci düşünce ne kadar güçlenirse o kadar çok Müslüman birbirini öldürecekti. Batılılar, yüzyıllardır planladıkları bu projeyi günümüzde büyük oranda gerçekleştirdiler.


Müslüman kardeşlerim, lütfen uyanık ve akıllı olalım. Tarihte ve günümüzde olan olaylardan ders alalım. Dolaylı yollardan kullanılan, kontrol edilen; işleri bitince bir kenara atılan o guruplar gibi siz de bir maşa/piyon olmayın.


Altı asır boyunca Ümmet'in her alanda rehberliğini üstlenmiş olan Osmanlı'nın ayakta kalan neredeyse tek mirası olan Anadolu coğrafyasında, yeni nesillerin mankurtlaştırılma projelerine direnen münferit çabalar bu bakımdan son derece kıymetlidir. "Selef'e ittiba", "Sünnet/Hadisle amel❞ gibi söylemler eşliğinde gençlerimizi kendilerine, ailelerine, toplumlarına yabancılaştıran, hatta "düşman eden" tekfirci ideolojinin yıkıcı etkileri karşısında ne yaptığımız ya da daha doğrusu "ne yapmadığımız” sorusu hiç şüphesiz hayati önemi haizdir.


Ehl-i Sünnet dışı tekfirci görüşlerin bu kadar çoğalıp yayılmasının bir sebebi de zenginlerimiz, vakıf yönetcileri, hocalarımız ve devlet yetkilile- rimizdir. Evet devlet yetkililerimiz birçok alanda ülkemizin menfaatleri için mücadele ediyor. Ama malesef bu konuda çok yetersizdirler. Ehl-i Sünnet dışı görüşlü hocaları destekleyen birçok devlet, zengin, vakıf ve cemaat var. Fakat malesef Ehl-i Sünnet alimlerimizin kurduğu dernekleri/vakıfları, onların eserlerini/projelerini destekleyen ne devlet ne zenginlerimiz ne de vakıflarımız vardır, olanlar da çok azdır. Bu yolda mücadele edenler olarak, tekfirci olma yoluna girmiş kardeşlerimizin tutuklanma aşamasına gelmeden fikri alandaki bozulmalarının önüne geçecek hizmetlerin yapılmasını umuyoruz.


Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) soyundan gelen dedelerim Ehl-i Beyt'in yaptığı gibi Müslümanlara faydalı olmak istedim. Tüm hata ettiklerimiz nefsimizden, isabet ettiklerimiz Allah'dandır (Celle Celâluhû).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fıkıh usulüyle ilgili soru ve cevapları. Fıkıh Usulu